23 Aralık 2010 Perşembe

(S)inan

"Ben dert ile ah ederdim,
Derdim bana derman imiş..."

Yunus Emre


Sinan’ın hikâyesi doğduğu gün başlamıyor.

Beş yaşına varana kadar, Sinan kaleme alınası bir hayat yaşamıyor.
Anne, baba, iki kardeş, az para / çok bereket, az beklenti / çok minnet yaşayıp gidiyorlar. Derin henüz Sinan’ı tanımıyor o yaşlarda. Aslında Sinan’ı, kendi hikâyesinde başrolü kapana kadar, kimse tanımıyor. Kimse fark etmiyor…

İnsan denenir. Yaşamı süresince ve defalarca… Sinan sadece bir kez denenmiş. Sonrası hep o dersin bütünlemesi. Hep geçtim/kaldım endişesi.

Günlerden bir gün (bir gece olsa gerek), Sinan başını çarpıyor. Biraz sert çarpıyor. Gözlerini açtığında ne görsün? Sinan büyümüş. Hayat Sinan’ı bir kısacık anda yirmi beş sene ileri götürmüş. Kader hayatı ileri sarmış. Hayat Sinan’ın hayatı, ama Sinan bu işten bihaber kalmış.

Hayat geçmiş Sinan’ın karşısına şöyle diyor:
“Çocuğum ne var annen, baban ve iki kardeşin öldüyse, olsun yine de yaşamak güzel. Para, pul zaten dünyada kalır. Bak yaşlı da olsa babaannen var, deden var… Hem büyüdün artık sen, ağabey oldun.”

Sinan hayatın son sözlerini duymuyor. Sesler boğuklaşıyor. Midesi bulanıyor. Hastane odasında, hemşireye seslenecek, kelimeler ağzında karışıyor. El sallayacak Sinan, eli kımıldamıyor.

Sinan o saat itibariyle bir aktör. O andan sonra Sinan başrollerde. Sinan bir dramın tam ortasında. Ve hayat öyle davranmasa da, Sinan bunları yaşarken yalnız beş yaşında…

Derin, yıllar, çok uzun yıllar sonra bir sabah saati, Sinan’la Eyüp sırtlarında çay içiyordu. Sinan oldum olası sever Eyüp’ü. Çocuğuna adını vermiş. Eyüp çocuğunun, Sultan hanımının ismi. Eyüp, Sultan ve Sinan bir kapı aralamışlar, ışık sızdırıyorlar karanlığa. Derin’in çoğu zaman özlediği o ışık, sarı sıcak sızmış bir kez Eyüp, Sultan ve Sinan’ın zihinlerine.

Derin ışığı soruyor.

Sinan “İnanıyorum" diyor.

Sonra derin bir sessizlikle uzun uzun susuyor.

Anlatmak istiyor ama kelimeler aklında birbirinin sırasını kapıyor. Cümleler yolun tam ortasında birdenbire kopuyor.
Gözleri donuk bakıyor.
Ne zaman düşünse hikâyenin başını, kalbinin çarpıntısı kulaklarında çınlıyor.
Elleri soğuyor, buz kesmiş avuçlarını sırılsıklam ter basıyor.

“İnanmamak için her şey tamdı.” diyor.
“Ama inanıyordum. İnadına bir inanç… “İnanıyorum" diyince tartışma bitiyordu. İçimdeki karanlıkla kalbimdeki aydınlığın savaşı bir kelimeyle son buluyordu. İnanç, Musa’nın kılıcı gibi, karanlığın dalgalı denizini tam ortadan ikiye ayırıyor, arasından kendi umut nehrini akıtıyordu. İçimdeki karanlık, utançla başını öne eğerek, tasını tarağını toplayıp evine gidiyordu. Ben böyle geçtim. Başka türlü geçilmiyor.”

Küçük yaşlarda babaannesi öğretmişti Sinan'a bu kelimenin sırrını.
"Birisi sana inanıyorum dediği vakit, sakın tartışma." demişti. "İnancı hiç bir mantıkla, hiç bir kuralla bükemezsin. İnanan birisini, ne kelimeyle, ne nasihatle ikna edemezsin"

Sinan da kendini, kendi inancıyla susturmuştu.

Sonra yine konuştu:

“Karanlık baskındır. Odayı kaplar. Havayı kaplar ve ruhu kaplar. Karanlık ağırdır. Işığı ezer ve umudu ezer. Karanlık hükmeder. Ve en güçlü karanlık, inançtan arınmış topraklarda biter…”

(Derin düşündü. İnancı düşündü. İnanç üzerine daha çok düşünmeyi düşündü.)

Sinan konuşurken Derin ona baktı. Dikkatle ve inceleyerek ve hatta merak ederek… “Gözlerindeki o ışık mı?” diye düşündü içinden.

Sinan konuştu o düşünürken:

“Eyüp çayı çok sever. Üç şekerli ve ılık olacak, içine de pötibör bisküvi doğranacak. Sonra bardağın içinden bisküvi kaşıklanacak. Ve sonra daha da komiği…”

Sinan anlatırken sesler yok oldu havada…
Derin Sinan’a baktı:
Sinan. Si-nan. S-inan. İnan.
“Tesadüf mü?” dedi içinden.
“Bir çocuk doğunca adıyla yaşasın derler. Sinan da adıyla yaşıyor” diye düşündü.
Adının her harfiyle, her hecesiyle…
İnanarak!

11 Aralık 2010 Cumartesi

Anneme teşekkür borcum var...

"Sen, yeni bir çocuk doğurmadıkça, kan tatlı süt haline gelmez."

Mevlana Celaleddin-i Belhi Rumi


Annem diyor ki, doğduğumda incecik parmaklarım varmış. Beni kucağına verdiklerinde sadece ellerime bakmış. "Bir balerin gibiydin" diyor. Ellerimi yavaş yavaş ve ince hareketlerde oynatmışım. Annem de öpmüş parmaklarımı...

Sonra beni alıp eve gelmişler. Annem salondaki eski koltuğumuza oturmuş. "Onu kucağıma verin." demiş. Beni koymuşlar annemin yumuşacık kollarına. "Etrafıma baktım, evimizin duvarlarına, eski mobilyalarına baktım ve içimden "Şimdi tamamlandık" dedim" diyor annem. Ve o bu hikayeyi her anlattığında ben ilk kez duyuyormuşum gibi merakla dinliyorum.

Merak ettiğim şu:

Bir insanı kalbinden ve ruhundan bölünerek yaratmak nasıl bir mucize? Sevmek hani hepimizin yapabildiği bir şey ya, sevmekten öteye geçmek nasıl bir sihir? Annem diyor ki, "Sizi doğurduğum gün artık kalbim bana ait değildi. Ruhum ve aklım benden alınmıştı. Artık bir daha ben diye bir şey yoktu, biliyordum. Artık biz vardık" diyor... Annem ki, güçlüdür, kudretlidir, hırslıdır ve gördüğüm en akıllı kadındır, işte kendi egosunu bizim gölgemizde böyle dinlendiriyor. Hem de ömürlük bir dinlence...

Annem bana 33 efsunlu yıl verdi. Biz mesela, bir arkadaşımız için kendimizden vazgeçtiğimiz bir günü, bir başkası için kendi beklentilerimizi unutmayı becerebildiğimiz bir anı başarı sayarız... Annem bunu 33 yıldır yapıyor. Annem her bulutu dağıtıyor. Annem her dağıttığımı sabırla diziyor yerine. Annem hayatımın taşlarını birer birer üst üste koyuyor. Ve en dokunaklısı ise şu, sanki bunları ben yapmışım gibi kendi dahlini yok sayıyor en küçük başarılarıma bile. Kendi mucizelerini bana bahşediyor. Ve sonra da "Seninle gurur duyuyorum" diyor her fırsatta... Ben de inanıveriyorum onun takdirine. Kendimi başarmış hissediyorum. Oysa biliyorum, annem olmasa benim gezegenlerim durmaz yörüngesinde. Ama annem diyor ya, ben de inanıyorum... Anneme her zaman inanıyorum. Her zaman güveniyorum.

Yaş aldıkça neden annelere döner yüzler. İşte bu yüzden. Çünkü inanmak, güvenmek ve kayıtsızca sevildiğini bilmek onun bahçesinde mümkün. Onun bahçesinde en tatlı meyveleri dalından yiyebilirsiniz. Onun bahçesinde susuzluğunuzu anne çeşmesinin sevgi pınarından giderebilirsiniz. Onun bahçesinde duvarlar var rüzgarı kesen. Onun bahçesinde çimenler dört mevsim yeşil, çünkü anne bahçesinde dört mevsim ilk bahar...

Anneme teşekkür borcum var,

Beni tam 33 yıl önce, soğuk bir kış gününde, alerjisi olduğu için azıcık alabildiği narkozla, kollarından onu ameliyat masasına bağladıkları yerler mosmor olana kadar çırpınarak ve acı çekerek doğurduğu için.

Anneme teşekkür borcum var,

Çalışmasına rağmen, beni her sabah beyaz örtülü temiz bir kahvaltı masasında okula hazırladığı için.

Anneme teşekkür borcum var,

Her akşam beni ranzanın üst katına elleriyle çıkardığı ve yorganı ayaklarımın altına sıkıştırarak beni soğuktan ama aslen soğuk gecelerden ve kötü rüyalardan koruduğu için.

Anneme teşekkür borcum var,

11 yaşında elimi kaynar su ile yaktığımda kocaman bir kız olmama rağmen beni sabaha kadar ayaklarında salladığı için.

Anneme teşekkür borcum var,

Yeşilköy'ün sokaklarında serçe parmaklarımızı birbirine kilitleyerek "Kuş sesleri ovalara yayılır" şarkısını benimle söylediği her gün için.

Anneme teşekkür borcum var,

Hala dizine yattığımda saçlarımla saatlerce oynadığı için.

Anneme teşekkür borcum var,

Sevgiyi bana evimizde öğrettiği için.

Anneme teşekkür borcum var,

Babama duyduğu aşkla bana ilham verdiği için...

Ve anneme teşekkür borcum var,

"Siz bana doğmamış çocuklarınızın emanetisiniz." diyerek beni de bir gün onun gibi bir anne olabileceğime inandırdığı için.

Güzel annem,

Bir mucize olsa ve sonsuza kadar birlikte yaşasak.
Bugün pastamı bu dilekle üfleyeceğim...

24 Kasım 2010 Çarşamba

Anlamak (7 Kelime)

"Annelerin ninnilerinden,
spikerin okuduğu habere kadar,
yürekte, kitapta ve sokakta yenebilmek yalanı,
anlamak, sevgilim, o, bir müthiş bahtiyarlık,
anlamak gideni ve gelmekte olanı."

Nazım Hikmet Ran


Bir yazı düşündü Derin, çok kısa. Yedi kelime sığacak en fazla her satıra. Üç beş sözde bitecek cümlenin diyeceği. Anlatacak hem geçmişi, hem de geleceği.

Yazıya duyguyu Derin koymayacak. Duygu nasılsa koşarak, kendi yerini bulacak. Derin kapıyı açacak, duygu içeri girecek. Bir yazı yazacak Derin, çok kısa. Derinlerden duyulması kısa sürecek...

Fikir şuradan geliyor: “İnsan yalnız, ve kendiyle yaşıyor... Kalbe veriyor hesabını. Özde geçiyor hesaplaşma. Düşte buluyor en yalın cevabını.”

Öyle değil mi gerçekte ve aslında? Yalnız kendi var insanın her an yanında. Kendinle dost olmak farz eninde sonunda. Yoksa nasıl geçsin yatma vakti telaşları? Nasıl dinsin gururun göz yaşları? Nasıl sussun vicdanın gürültüsü? Nasıl dursun üst üste, aklın mihenk taşları?

Elbet düşer insan kendi olmazsa. Kendini aynada sevmezse, aynada saymazsa. Ayna ki, yansıtır bütün hisleri. Hisler bir ileri, hisler beş geri... Ama olsun dedi Derin, umut var. Yeniden başlamak var. Yollarca yürümek, yıllarca koşmak var. Kendinle çelişerek, kendine yenilmek var. Kendinle yarışarak, kendine geçilmek var. Her şey var şu hayatın içinde. Kendin yoksan gel görelim seçiminde, yaşamak yok. Yaşlanmak var. Kaçtığın kendinsen, kaçış yok. Kendine takılmak, kendinde boğulmak var.

Derin düşündü, ne güzel demiş Nazım. "Anlamak gideni ve gelmekte olanı". Anlamak, önce özünü anlamakla başlamalı. Anlamak kendi çevreni, kendi çapını. Anlamak seni gerçekten “sen” yapanı. Anlamak seni senden en çok mahrum koyanı. Anlayınca anlayış göstererek, salıvermek derinlerde yatanı. Koyuvermek aklın zincirlerini, bakmak kalbin penceresinden... Görmek gönül gerçeklerini. Ve silmek dert denen yılanı. Görmek içimizde olanı. Ve tutmak korkmaksızın, hayat denen yalanlardan artanı...

19 Kasım 2010 Cuma

Görmek

"İki parmağının ucunu gözüne koy. Bir şey görebiliyor musun dünyadan? Sen göremiyorsun diye bu alem yok değildir."

Mevlana Celaleddin-i Rumi


Herkes görmek ister. Daha fazla görmek. İleriyi, geriyi, kimsenin göremediği kadar küçük detayları, gözbebeğine sığmayacak kadar büyük olayları, saklananı, üstü örtülü olup ucu azıcık açıkta kalanı, görmekle öğreteni, görmekle düzen bozanı, can yakanı... Görmek isteriz.

1608 yılında Hollanda'lı gözlük üreticisi Hans Lippershey teleskopu icat etmiştir. Böylece insan Tanrı'nın kendisine bağışladığı görmek becerisine isyan etmiştir. Teleskopun icadı ile birlikte uzakları, çok çok uzakları görmek mümkün hale gelmiştir.

Ve çok daha sonraları gece görüş gözlükleri icat edilmiştir. Ve böylelikle sadece çok uzakta olanlar değil, karanlıkta kalanlar da görünür hale gelmiştir. Karanlığın korkutucu gücüne bir isyandır bu buluş da. Bu buluşla da, insan, Tanrı'nın kendisine bağışladığı akıl aracılığıyla, Tanrı'nın yeterli bulduğu beceri seviyesinin bir kez daha ötesine geçmiştir.

Ve daha sonraları, aralardaki mesafelere rağmen görüşü sağlayacak icatlar gelmiştir. Örneğin 1923 yılında, Amerika'lı James Jargeson'un, İngiltere'nin bir kasabasında, televizyonu icat etmesi ile birlikte, artık sadece uzakta ve karanlıkta olanlar değil, başka kıtalarda olup bitenler de görünür olmuştur göze. Ve bizim şahit olduğumuz "asrın en büyük icadı" internetin keşfi ile canlı yayın araçlarına ve büyük yatırımlara gerek kalmaksızın dünyanın her yeri görülebilir, görüntülenebilir hale gelmiştir.

Tüm bu buluşlar sonrasında İnsanoğlu’nun görmek ve görünmek arzusunun göreceli olarak azalmış olduğunu düşünebilmemiz gerekir. Erişmek bu kadar kolay olmuşken, buluşmanın da bir o denli mümkün olduğunu düşünebilmemiz gerekir.

Düşünebiliyor muyuz?

Hayır.

İmkansızı başaran, evrendeki yıldızları evinden seyreden, binlerce kilometre uzaktaki sevgilisini bir tuşla karşısındaki ekrana getiren, çok uzaklardaki bir şehirde basket oynayan bir sporcunun alnından akan tere, başka bir saat diliminde, daha o ter damlası sporcunun şakaklarından süzülmemişken şahit olan İnsanoğlu’nun, görmek açlığı günden güne bilenmiştir içinde. Uzaklar yakın olmuşken, yakındakiler, sadece bir nefes uzaktakiler görünmez olmuştur. İnsan heybetli dağların tepelerini görebilmektedir şimdilerde, oysa o ihtişamlı tepelere giden ince patikalar görünmez olmuştur. Zira tarihin yazdığı ilk günlerden beri, zirveye, en tepeye, gerçekten arzu edilene giden yol, ancak kalbin gözleriyle görülebilmektedir. Ve kalp şimdilerde, kuytu bir köşede kalmış, çok eski ancak çok kıymetli bir fotoğraf makinesi gibi yenilmiştir zamane icatlara. En güzel açıyı göstermek, hayatın en yalın ve kusursuz fotoğrafını çekmek için sessizce beklemektedir...

Tanrı insanı yaratırken onlarca mucize yarattı... Uyumak örneğin. Her akşam büyülü bir kuyuya dalmak ve her sabah yeniden güvenle geri gelmek dünyaya. Akıl mesela. Atomu parçalayan, hayat kurtaran akıl... Ve sadece insan bedeninde yaratmadı mucizelerini. Doğayla çevreledi insanı. İnsanın ayaklarına serdi nimetlerini. Güneşi her sabah doğurdu, her akşam ayın ışığını güneşin sıcağınının yerine koydu. Denizleri köpürttü, dağları yükseltti. Topraktan türlü türlü ağaç bitirdi ve ağaçların dallarında sayısız lezzet yetiştirdi. Ve tüm bunları görecek, dokunacak, duyacak, koklayacak ve lezzetlerini damağımızda hissedecek duyular verdi. Önce bizi, sadece bizi ve sonra bizim için çevremizi resmetti.

Ve tüm bunlardan sonra kalbimizi, düşlerimizi ve ruh eşlerimizi yarattı... Yarattığı bunca güzellik karşısında kayıtsız ve yalnız kalmamızı istememiş olmalı. Sevmeyi, oyunun bir parçası ve hatta olmazsa olmazı olarak düşünmüş olmalı.

Görmek, duyularımızdan sadece bir tanesi... Ancak gerçekten görmek, tüm duyularla mümkün... Ve ancak kalp gözüyle görmek sevmeye eş değer...

Görmek,
Bir çocuğun gözlerindeki yardım çağrısını.
Bir dostun sesindeki ince dargınlığı,
Kardeşin dokunuşundaki sevgiyi görmek,
ve,
Sevdiğinin içindeki gerçeği görmek...

Sadece güzellikleri görmek değil,
Bazen de yaraları görmek.
İyileştirmek için, gönül gözüyle, acıları görmek.

Görmek,
Aslen çok görünür olup, sözlerin çok altında yatanı...

Görmek,
Bir an için gözlerden hızla geçen endişeyi,
Görmek, derde dert katanı...

Görmek huzuru, durgunluğun altında.
Güveni görmek yıllarla eskiyen ilişkilerde.
Görmek geleceği, elini tuttuğun dostun sıcaklığında,
ve,
Görmek korkuyu,
Sevdiğinin yokluğunda...

Görmek daha fazlasını, ve daha derini,
Ve görmek gerçek Derin'i,
Gözle değil,
Kalple mümkün...

Gönül gözüyle,
Aşkla mümkün...

14 Kasım 2010 Pazar

Bir Satışçının Hayat Dersleri - 3 Altın Kural

Bir satışçının satıştan öğrendiklerini hayatına uygulayabildiği gün kurtuluşunun ilk günüdür diyebilir miyiz?

Kesinlikle...

Hatta daha da ileri gidip, o gün yeni bir hayata doğmuş bile sayabiliriz kendisini. "Satışı hakkıyla yapış" ile "Hayatı layıkıyla yaşayış" arasında müthiş kesişim kümeleri var. Sanki satış kendiyle başlıyor insanın. Ve hayattaki hedeflere ulaşmak için mutlaka iyi bir satışçı olmak gerekiyor. Hedef her ne olursa olsun... İster rakamlar vesilesiyle ulaştığınız maddi prim, ister sevdiğiniz kişilerin gözünde yaptığınız manevi prim...

Gelin iyi satışçı olmanın akla en çabuk gelen üç altın kuralını evirip çevirelim şimdi...

Kural 1:


"Önce dinle, bırak müşterin konuşsun!"

Satışçı sahne insanıdır. Başka türlü günde beş müşteri ve her müşteride ortalama üç şikâyet / beş beklenti yönetilemez. Satışçı alkışla yaşar. Ha satışçı, ha sanatçı... Problem çözmüş satışçının kendisini hayat kurtarmış doktor psikolojisinden çok uzak gördüğünü sanmayın. Satışçı sahne insanıdır. Işıklar üzerindeyken konuşmayı, anlatmayı ve kendi ışığını etrafa saçmayı sever.

İşte bela da burada başlar...

Çünkü her türlü iletişim kazasının müsebbibi olan "dinleyememe" hastalığı ortalama satışçıların en vahim rahatsızlığıdır. Kendine güveni tavan yapmış satışçı/sevgili, müşterisini/sevgilisini, içinden taşan bilgi/ilgi nehri ile yıkamak ister. Oysa bir bakmak gerekmez mi? Karşınızdaki yüzmek istiyor mu sizin gürültülü nehrinizde? Yoksa yüzme bilmiyor mu mesela sevgili/müşteri? Ya da sıkılıyor mu sürekli fışkıran bu enerjiden? Kendisini sessiz sakin dinleyecek, huzur verecek bir rakibe av mı olmak üzere yoksa? Alkışlamak değil, biraz da o mu alkışlanmak istiyor?

Satış şöyle der: "Bırak konuşsun. Derdini anlatsın. Şikâyetini sonuna kadar döksün. Ve hatta izin ver, üstüne gelsin. Bulamıyorsa, sen küçük bir açık ver. Zaafını gördüğünü zannetsin. İnsan psikolojisi şunu söyler: Kim ki karşısındakine azıcık fazla yüklenir, fazla şikayet eder, fazla söylenir, o kişi, bir garip suçluluk duygusu ile, bir sonraki ihtilaf durumunda her zamankinden fazla hoşgörü gösterir."

Şu akıllı kadınlar örneğin, "Kocam her şeyin en iyisini bilir"ciler... "O ne derse o olur"cular. "O hep halklı çıkar"cılar... Bu kadınlar sessizdir. Sessiz ve derinden bitirirler işleri. Evde sesi duyulan kocalarıdır. Ancak kocalar sadece sessiz karılarının beklentilerine dublaj yapmaktadır. Farkında bile değillerdir üstelik...

Kural 2:


"Beklentiyi düşük tut, beklenenden fazlasını ver!"

İlişkilerinde saçıyla süpürge arasında pozitif korelasyon kuran, "leb" demeden "leblebi helvasını" yanında bir çay ve ihtiyaç durumunda kullanılacak bir peçete ile gümüş bir tepside sevdiğinin kucağına koyan kişiler hakkında bir bahis açsak, bahse girerim bahisçilerin yüzde doksanı bu cins için "canım" la başlayıp "yazık" la biten cümleler kurarlar. Bunlar asker ruhlu, geyşa genlidir. Müşteri/sevgili tarafından sömürülerek müşteki konumuna düşer ve hatta bir süre sonra beklentileri yönetememekten kaynaklı özgüven bunalımına sürüklenerek, Japonya'da olsak harakiri yapmak, Türkiye'de olduğumuz için sürekli ağlayıp sızlanmak suretiyle hayatlarının mutlu sayfalarına son verirler.

Oysa satış şunu söyler. "Mırın kırın et, yok tarafını yukarı getir, beklentiyi karşılamanın ne zor olacağını müşteriye/sevgiliye iyice anlat. Beklentisi iyice düştüğünde geri çekil ve havada en şahane saltonu at... En fiyakalı gösterini yap. Beş isteyerek yola çıkmış kişiyi ikiye ikna et ve yedi vererek kendine aşık et. Müşterinse sadakat yemini etsin. Sevgilinse aşık olsun, yörüngene girsin."

Kural 3:


"Bir sessizlik anında, sessizliği ilk bozan oyunu kaybeder!"

Satışçı tez canlıdır. Müşteri ile karşı karşıya kaldığı anda, zafer bayrağını bir an evvel müşterisinin zihnine dikmek için durmaksızın adrenalin pompalar. Oltasını atar müşterisinin kalbine ve son hızla çekmek ister. Müşterisinin kalbinden yakaladığı bereketli balıkları omzuna atarak akşam yorgun ve muzaffer bir eda ile köyüne dönmek ister... Satışçı avlanarak eşine bakan gür ve parlak yeleli bir aslandır. Güçlüdür ama gel görelim sabırsızdır...

Sevgili/müşteri karşısında tüm ihtiyaçlar ve beklentiler dinlenmiş, söylenecek tüm sözler söylenmiş ve beklentileri karşılayacak tüm çözüm önerileri makul bir süre içerisinde getirilmiş ise ve tüm bunlara rağmen sevgili/müşteri yetinmemiş ve yine de memnuniyet sergilememiş ise, işte tam o noktada susmak gerekir... Sessizlik en gürültülü savaştır aslında zihinler arasında yaşanan. Sessizlik güç gösterisidir. Sessizlik "artık benim atacak adımım, söyleyecek sözüm yok, sen adım at" demenin en kibar yöntemidir. Oysa biz ne yaparız? Son önerimizi tekrarlamak için de olsa açıklama cümlelerine girişiriz sessizlik anlarında. Ve tam o noktada biteriz. İstekliliğimizi fazlaca beyan etmiş konuma düşeriz. Sessizliği bozarak, mağlubiyeti sessizce kabulleniriz. Örneğin, aramayan sevgiliyi aramak için bahaneler üretiriz. Geri adımların en büyüğünü, sessizliği bozduğumuz o küçük anda atıveririz...

Oysa ünlü filozof Pisagor şunu söyler: "Ya sus, ya da susmaktan daha değerli şeyler söyle."

Satış ise şöyle der: "Bazen sessizlik iyidir. Müşterinin gözünde saygınlık kazanmak anlık olarak para kazanmaktan daha önemlidir. Son sözü söylediğin noktadan kıpırdamak, müşterinin güven algısını yerle bir eder. Bırak, sözün bittiğini anlasın. Bırak hayır demek için bile olsa sessizliği bozarak ilk geri adımı o atsın. Ancak o zaman "hedefe ulaşmak için her şeyi yapacak satışçı" modelinden ayrılırsın. O zaman müşterinin sadece parasını değil, saygısını kazanırsın."

Bu üç kural bize şunu söylüyor:

İyi bir satışçı olmak, kazanan tarafta kalmaktır.

Satışı içgüdüler tetikler ancak akıl ve stratejiler kapatır.

Hedef ne olursa olsun dinlemeden, dinlediklerimizi algılayarak, beklentiyi verebileceklerimiz doğrultusunda dürüstlükle yönetmeden ve elimizden gelen her şeyi yaptıktan sonra sessizliğe bazen zor da olsa sabretmeden satış yok!

Sadece satış olmasa yine iyi.

Bu üç kuralı göz ardı ederek ulaşılabilen bir mutluluk formülü de yok!

12 Kasım 2010 Cuma

Derin'den Kalp'e Mektup Var!

"Kalbi ve sözü bir olmayan bir kimsenin, yüz dili olsa bile , o yine dilsiz sayılır."

Mevlana Celaleddin-i Rumi

“Değerli dostum,

İnsan neden başı dara düşünce daha keskin hissediyor eksikliğini bir sıcak sözün? Bugün seni çok andım. Dedim ki “O olsa, şimdi başbaşa verir, çıkardık iyi, kötü bir düzlüğe.” Oysa seninle aramıza ne çok şey girdi. En yakınımdan -itiraf ediyorum- biraz da ben savurdum seni ancak mektupla erişilecek yerlere... “Ah gençlik!” diyorum... Şimdi farklı düşünüyorum. Fayda eder mi dersin?

Ama sen de kabul et, sen de çok estin, çok gürledin benim o toy zamanlarımda. Bir gün yanımda, bir gün tam karşımdaydın. Bir dost hem sevinci, hem kederi aynı hikayede yazar mı? Bazen sevinir bazen üzülürsün de, bir masalda sevinçle hüzün aynı satırda anlatılır mı? Evet anlatılırmış. Ama ben o zaman gençtim, hayatın aslında senin bana öğretmeye çalıştığın yüzünü öğrenmeme daha çok vakit vardı. Çocukları mazur görmek gerekir, acımasız olurlar. Ben de çocuk ruhluydum. Sen beni ittikçe kendi kenarlarıma, ben kaçtım senden. Baktım kaçmakla kurtulamıyorum, çocuk gibi kızdım sana. Kızgınlığım girdi aramıza. Öfke zamanla geçiyor, ama bir kez öfkelenmiş olmak büyüyü bozuyor. Büyüyü bozan bendim biliyorum, ama senden de beni bugün anlamanı istiyorum. Sen de durulmuş olmalısın artık. Öyle değil mi?

Bugün hesap yaşımdayım. Bu yaşta kara kaplılar açılıyor karşına bir bir. Zaten açılmasalar da, bak etrafına, anlıyorsun nasıl yaşadığını. Ben de senden ayrı geçirdiğim zamanların hesaplaşmasını yapıyorum kendimle bugünlerde. En çok da şunu merak ediyorum: rotama benim inadım hükmetmese, korkularım rüzgar olup yelkenimi ele geçirmese, şimdi benim güvertemden nasıl bir resim görünürdü? Bir dost insanın kaderini değiştirir mi? Dostun adı senin adın olunca, korkarım “Evet”miş cevap. Bugün hesap yaşında görünüyor bunlar. Erken yaşlarda gözlerde gençliğin endişe perdeleri varken, sevmek bile zorken, teklikeliyken böyle görünmüyordu dünya. Şimdi korkulardan kaçarak feda ettiğim hayaller gece rüyalarımda. Şimdi uyumaya korkuyorum. Ne zaman uyusam rüyalarımda senin elinden tuttuğum bir hayatın rengarenk resimlerini görüyorum. O resimler kabus benim için... Zira sabah oluyor ve ben renksiz dünyama uyanıyorum...

Kadim dostum,

İnsan sevdiği şeylerden ayrı kalınca tüm ayrılıklara bir sağduyu geliştiriyor. Bir yavru kedi görsem sokakta, “Annesini özlemiş midir?” diye düşünüyorum. Havaalanına düşse yolum, kalbim vedalaşanlara dayanamıyor, başımı öne eğiyorum. Gazetelerdeki ölüm ilanlarını okur oldum. Şu, kişilerin isminden önceki paragraf ne kadar uzunsa, o kadar büyük oluyor ayrılık acısı sanki. İçim sıkılıyor. Gözümde ayrı kalacakları günlerin hüznü eti ve kemiğiyle canlanıyor. Yine de alamıyorum kendimi, ayrılık düşü çekiyor sanki beni. Ve inanır mısın, gözüm her gün, ben istemesem de, en az bir kaç ayrılık resmine değiyor. Her değişinde seni hatırlıyorum. Ne de olsa sen benim en büyük ayrılığımsın. Senden ayrılınca, senden geriye kalan benden de ayrılmışım. Bunu şimdi görüyorum... Ama bundan öte, sağduyum bir de seni düşünmeye zorluyor beni. Bu ayrılığın bir de “Sen” tarafı var değil mi? Dost gönüldaş demek. Ben giderek sadece beni senden değil, beni benden ve bir de seni benden mahrum kılmışım. Keşke seni ne kadar üzdüğümü anlayamayacak kadar az üzülseydim ben de şimdi. İnat dediğin kara bulut keşke yaşla dağılmasaydı. Gurur denilen yaralı aslan keşke yıllarla pes etmeseydi, ruhuma saldırmaktan vazgeçmeseydi... Gitti işte şimdi bunlar. Ne inat, ne gurur var. Hayalimde bir sen varsın, bir de senin tarafında kalarak yaşayabileceğim hayatın resmi var... Resim dağılmıyor. Hesap yaşında o resim her gün daha derinleşiyor tuvalinde. Boya ruhunun köklerine daha çok nüfus ediyor. Hayatımı senden yana olarak geçiremedim, ama hesap zamanındaki tüm günlerimi hayalimdeki resmin yanında geçiriyorum. Korkarım bu hep böyle olacak...

Sana yıllar sonra şunun için yazıyorum:

Bana beni anlatır mısın?

Ben nasıldım? Bana beni hatırlatır mısın?

Sen ve ben dostken, mevsim yalnız olduğum “güz”den, rüzgarlarımızın bir olup hızla estiği “biz”e döndüğünde nasıldı Derin?

Hatırlamak istiyorum.

İnsan hesap mevsiminde hatıratın esiri oluyormuş. Bak şimdi bir de bunu anlıyorum...

Hasretle, dostlukla, sevgiyle...”

Derin

5 Kasım 2010 Cuma

Kurşun

“…Aşk mısın, dert misin, yoksa canına susamak mı benimki?
Hayatı kovalamak mı dörtnala bu evden?
Uyudum, uyandım. Hala anlamadım...”


Kurşun namlunun ucunda bekliyordu.

Sabırsız ve müdanasızdı. Gideceği yer değildi önemli olan. O, menzilini tüketmek istiyordu. Barut Kurşunun içinde çalkalanıyordu. Bir sağ duvara, bir sol duvara çarparak ateşin kokusunu arıyordu. Ateşe değdiği an arkasına bakmadan son nefes koşacaktı. Sessizliği bıçak gibi kesecek, kaderinin kılıfını gürültüyle yırtacaktı.

Şimdi bekliyordu…

Burun delikleri açılmış, gözlerine kan oturmuş, ayaklarını toprağa sürte sürte kırmızının kışkırtıcı davetini kollayan bir boğa gibi, şimdi bekliyordu…

Beklemek mümkündü. Vazgeçmişler için, yorulmuşlar ve umudunu yitirmişler için beklemek elbette mümkündü. Ama bir Kurşun gibi, tutkularınız önce erimiş, sonra kaynamış ve koyulaşmışsa, ihtiras zihninizi zehirlemiş ve sizi namlunun ucuna elleriyle uğurlamışsa, beklemek ölümdü. Bir küçük kıvılcım için yalvarıyordu Kurşun. Gözle görülmeyecek kadar küçük, el yakmayacak kadar güçsüz bir kıvılcım ok gibi fırlatacaktı onu yerinden. Şimdi o kıvılcımı arıyordu namlunun ucunda beklerken. Kıvılcımı çağırıyordu. Kim yanmak ve parçalanmak ister? Kim çıkacağı yolu bilmeden ömrünü son hızla harcamak ve nihayet bilmediği bir vücutta sonlanmak ister? Kurşun istiyordu… Hatta sadece istemiyor, yana yakıla kendi sonunu çağırıyordu…

Ve bir anda çaldı çanlar… Bir duman, bir sis, bir giz sardı etrafı. Ateş yaladı geçti Kurşun’un yüzünü. Mahşer yerine döndü namlunun ucu. Bir çığlık koptu namlunun dudaklarından. Hani insan bazen bilir gidenin dönmeyeceğini. Bazen kapı kapanır ve yalnızlık yerleşir evin duvarlarına. Bazen en gürültülü ana sessizlik hükmeder. Deniz kabuğunun uğultusu kaplar kulakları. Bazen resim kalabalıktır ama ressam yalnızdır fırçanın ucunda. Ressam resmin kaderini biliyordur. Resmin göze en güzel hali, ressamın son fırça darbesini vurduğu an, yazının en vurucu yeri, son noktanın konduğu satırdır ama ressam resimden ayrılıyordur son fırça darbesinde ve yazar yazısı ile vedalaşıyordur aslen... Namlu da böyle hislerle Kurşun’un arkasından bakıyordu. Nereye gittiğini ve neden dönmeyeceğini bilerek…

(Aşk Kurşuna benzer. Kalbe saplanan, zihne saplanan bir Kurşun... Küçük bir kıvılcımla tutuşan dev bir yangın. O ateşin peşine düşüp yurdunu, köklerini terk eden bir gezgin. Adresi olmayan bir yolcu. Aşk Kurşuna benzer. Yolunu yürümek ister. Nefesini tüketmek ister. Işığını sonuna kadar saçmak, kokusunu bitene kadar yaymak ister. Aşk Kurşuna benzer. Menzilini son hız bitirmek ister. Girdiği vücudu kanatmak, açtığı yarayı zehriyle yaşatmak ister. Aşk Kurşuna benzer. Hızlıdır. Keskindir. Tehditkar ve tehlikelidir. Aşk Kurşuna benzer. Ateşi gördüğü anda yanmak ister…)

Kurşun böyle fırladı namludan.

Rüzgarı yırtarak koştu, koştu... Gözlerini kapattı koşarken. Kalp atışlarının hızını hissetti. Gözlerini kapattı yine. Başı dönüyordu. Sanki içi çekiliyordu. Sanki bir kuvvet onu hızla kendine çekiyordu. Sanki bir tünelde gidiyordu. Tünelin ucunda karışacaktı bir vücuda. Tünelin sonunda Kurşun akıtacaktı zehrini. Kanatacaktı değdiği yeri. Kan dolacaktı göz bebeklerine. Kanın kokusunu alıyordu. Kırmızı bir koku. Aşk kokusu…

(Aşk Kurşuna benzer. Zehirlidir. Gerçek aşk, yara içinde gizlidir. Aşk Kurşuna benzer. Bir anda bir ateş değer kalbe. Kurşun artık içeridedir. Zehir kana karışmakta, aşk kan dökmektedir. Aşk Kurşuna benzer. Ömrü boyunca namlusundan ayrılmayı bekleyen, namluyu terk ederken geri dönüşü olmayan bir yola girdiğini bilmeyen Kurşuna benzer aşk… )

Ve,

Kurşun ok gibi fırladı namludan,
Aşk bir anda ezdi mantığı.
Kurşun ansızın saplandı kalbe,
Aşk nehir oldu, çağladı geceden, vardı gündüze.
Kurşun akıttı zehrini vücuda,
Aşk, zehirli bir sarmaşık gibi, sarıldı umuda.

Kurşun son hızla fırladı namludan,
Aşk son sürat kapladı dünyayı,
Aşk kör bir Kurşun oldu,
Kanattı, kanattı ve kanattı yarayı…

18 Ekim 2010 Pazartesi

Kabuk

''Kabuğu kırılan sedef üzüntü vermesin sana, içinde inci vardır.”

Mevlana Celaleddin-i Belhi Rumi

Hayat yaralandığında henüz toydu.
Toyluğu yaşından sanmayın... Toyluğu yaşına rağmen yaşamamışlığındandı. Yaşam onun için akmıştı yatağında bir nehir gibi. Nehirleri ise hep dingin bir gölde son bulmuştu. Ya da temiz bir denizle kucaklaşmıştı. İnsan yatağında usul usul akan, her mevsim suyu güvenli limanına kavuşan bir nehirden ne öğrenirse Hayat da onu öğrenmişti yaralanana kadar. Sevgiyi, güveni, bilinen sonlarda bulunan rahat mutluluğu… İşte bu sebeple yaralandığında toydu. Toyluk yaralanmamışlığından geliyordu…

Gürül gürül çağlarken Hayat kendi yolunda, bilmezmiş meğer kendi çağlayanının şiddetini. Su akar, akar da, akarken yıkarmış meğer… Yıktığını, yıkıldığını sularının önünde çekilen taştan bir duvara çarpıp oracıkta bitiverince anladı. Ne zaman taşın soğuğu değdi sularının ılığına, ne zaman taşın soğuğu deldi kalbinin sıcağını, o zaman kendi sularının hışmında, kendi sularının derininde boğuldu Hayat. Nasıl boğulmasın, kalbinin karlı dağlarından aşk güneşiyle erimiş sular nehrini coşturuyor, dalga dalga nehrine kavuşuyor, ancak nehri denizine erişmek hevesini soğuk taş duvarlarda kan revan içinde kaybediyordu. Taş duvarlar sularına halka halka yaralar açıyordu. Yara halka halka kanıyor, kendi kanı kendi sularını bulandırıyordu…

İşte böyle bir zamanda, Zaman’ın Hayat’a en acılı mevsimini yaşattığı, bu mevsimden yağan karların değdiği her yerde derin yaralar açtığı ve Hayat’ın açılan yaraların nice dualar, hınca hınç isyanlar ve nihayet gözyaşları ile kapanmadığına, bir türlü kabuk bağlayamadığına şahit olduğu bu zamanda, Hayat sırrına erdi düzenin. Zaman patrondu. Zaman kendisine isyan eden kölelerine işkence eden eski zamanlardan kalma bir barondu. Zaman önünde diz çöktürüyordu. Zaman hükmediyordu. Zaman teslim alıyordu…

Hayat da, gücünün tükendiği, içinden çağlayan duyguların kendi içindeki taş duvarlara çarparak kalbinin incecik tülden cidarlarını deldiği bir dönemde, teslim oldu Zaman’a. Zaman önce bir karanlık oldu, sızdı zihnine. Hayat umutsuzdu bu karanlık dönemde. Yarası kanıyordu, yarası karanlığın derinlerinde halka halka kanıyordu. Üstelik sadece halka halka değil, yavaş yavaş kanıyordu yarası. Her an kanayabilmek için, her güne yayılarak eksilebilmek için birden ve hızlıca bitirmiyordu menzilini. Yavaş yavaş kanıyordu. Kanı ağır ağır çekiliyordu kalbinin. Ölümü yavaş ve sakin geliyordu duygularının. Hayat ayak seslerini duyuyordu çaresizliğinin. Böyle böyle sığınacak yer arıyordu. Ve işte yine böyle böyle, sevmese de gücünü idrak ettiği, uçsuz bucaksız çiftliğine sonsuza değin misafir olduğu Zaman'ın kanatlarının altına sığınıyordu… Sığınacak sadece onu biliyordu.

Zaman ağır geçiyordu. Bu yavaşlıkta bir sır vardı oysa. İnsan ancak zamanla sever. Emekle sever. Anıyla, hatıratla, iyiyle, kötüyle sever… Hayat da işte bu ağır ağır geçen zamanda, Zaman’ın hükmünde geçirdiği bu yavaş günlerde, giderek ve bilmeden seviyordu Zaman’ı. Her biçare anda bu defa daha da istekle koşuyordu onun kanatlarının altına. Zaman her defasında daha sıcak sarıyordu Hayat’ı. Giderek sesleri, renkleri karışıyordu birbirine. Zaman aktıkça Hayat büyüyordu. Hayat büyüdükçe Zaman daha hızlı akıyordu. Zaman hız kazandıkça Hayat güçleniyor, kalbinin tülden duvarları bu hız treninde bu defa umutla havalanıyordu. Karanlık bu defa parlak bir gün ışığı gibi sızıyordu Hayat’ın zihnine. Güneş halka halka yaraları kurutuyordu. Kurumaya yüz tutan yaralar ince ince kabuk tutuyordu. İnce kabuklar iyileşme haberi taşıyordu. İyileşme umudu yaraların madenindeki mutsuzluğu eskitiyordu. Umut mutsuzluğu dört harfiyle yeniyordu. Umut mutsuzluğa galip geliyordu…

Kabuk iz demektir. Her kabuk düşer. Her kabuğun altından yeni deri belirir. Daha açık renkte, daha genç bir vücuttur kabuğun gizlediği. Kabuktan sıyrıldığında pürüzsüz bir pembelikte doğar dünyaya. Hassas ve kırılgan, inançlı ve heveslidir. Toydur ama tazedir. İnce ancak dirençlidir. Yanmış ve yeniden doğmuştur. Bu sebeple kabuk iyiliğin, iyileşmenin, izi ise yaranın yaralanmanın habercisidir. Yara ise iyileşmenin sözcüsüdür. Yara yaralanmayı bilmek demekse, yaralanmayı bilmek büyümek demektir. Bu sebeple kabuk bilgi, izi ise bilgeliktir…

Bütün bunları Zaman öğretmişti Hayat’a…

Birbirlerinin kuytusunda dinlendikleri saatlerde bu resimleri çizmişti kumsalına. İlk dalgada resim silinmiş, Zaman bu defa aynı resmi Hayat’a çizdirmişti. İşte böyle böyle Hayat iyileşmeyi resmetmeyi öğrenmişti. Zaman Hayat’ın gözlerine yaranın resmini, kabuğun altında yatan yeniliğin hayalini üflemişti. Zaman’ın üflediği nefeste Hayat nefes kesen bir umutla yarayı sevmeyi öğrenmişti…

Hayat yaralanmayı bildiğinden,
Kabuk tutmayı da öğrenmişti.
Kabuk tutmayı bildiğinden,
Bir daha korkmamayı da öğrenmişti yaralanmaktan.
Korkmadığından olsa gerek,
Bir daha yaralanmamıştı halka halka.
Halka halka kanamamıştı.
Halka halka yaralara kat kat kalkan olmuştu kabuğundan kalan iz.

İncecik bir iz, gölgeli bir iz, belli belirsiz bir iz, eski bir yaradan kalma silik bir iz, bazen hayat kurtarır. Hayat hayatını o ize borçlanmıştı… İz hayatını kurtarmıştı.

Zaman’ın dediğine göre,
İz kabukta,
Kabuk yarada,
Yara halka halka kanda,
Kan ise katmer katmer canda gizliydi…

14 Ekim 2010 Perşembe

Karar

"Karar verebilen, acıyı yener."

Goethe

Karar vaktinden geç doğan bir bebek gibi yırtarak ve hışmıyla çıkmıştı anasının rahminden. Kana bulamıştı yeri göğü. Geride acı bırakmış, sızı bırakmıştı. Gözyaşı ve feryat bırakmıştı.

Doğmadığı her gün sıkıntı olup büyümüştü içeride. Sıkıntı semirmişti gözbebeklerinde. Gitse gidemiyor, kalsa kaldığı yere sığamıyordu. Ve en sonunda işte böyle, tam da kendisinden umudu kestikleri bir günde, aniden ve acımasızca yırtmıştı etrafındaki zarı. Bir şölenden çok bir acılı tören olmuştu doğumu. Ve vaktinden geç gelen her şey gibi, yalnızlık olmuştu doğumunun sonu. Sızılı bir tekillikte, suçlanarak, akıttığı kan ve gözyaşının gölgesindeki zindanlara hapse atılarak gelmişti dünyaya. Bu yüzdendir ki, isyankâr olmuştu karar. Yalnızlığa, istenmemeye, şefkat görmemeye cevabı dik ve sert olmuştu. Karar işte böyle asi, böyle hırçın ve yalnızlığına böyle kızgın olmuştu.

Doğalı beri herkes korkardı ondan. Gelişi adeta bir tehdit, sanki düzen bozan bir tuzaktı. Ve getirdikleri bu kararın, sevgiden ve merhametten uzaktı. Tohumunun sahibi, sebeb-i mevcudiyeti olan anası bile ürkerdi ondan. Bir kere doğurmuş, sonra sırtını dönmüş unutmuştu. Karar, kan, acı ve gözyaşı ile geldiğinden ve üstüne üstük bu ızdıraplı gelişi ile yedi cihana meydan okuyarak başını önüne eğmediğinden ötürü, üvey evlattı öz anasına. Sıra dışıydı, o halde sınır dışıydı. Yalnızdı ve belki de yalnızlık bulaşıcıydı. Asiydi ve asiliği sinsiydi. Kazara çevresindekileri ele geçirebilirdi. Gelişinin dehşet saçan ihtişamında şeytansı bir görkem vardı. İşte bu yüzden çevresindekiler bu şeytandan korkardı. Karar doğalı beri, bastığı toprak kurumuş, elini attığı dal orta yerinden kırılmış, gözüyle değdiği kalp zehirlenmiş ve iblisin hançerine av olmuş gibi ve hatta veba bütün vücudunu sarmış da nefesiyle etrafı yalamış gibi, dışlanmıştı. Karar yalnız kaldıkça yalnızlık kararı yozlaştırmıştı. Daha da bilenmişti bıçağı, daha da sivrilmişti sözü, daha da beter olmuş, çığırından çıkmıştı kana bulanmış kini. Karar, anası da dahil, her insana düşman olmuştu. İnsanlar da işte böyle karardan kaçar olmuştu.

Gel gelelim, kararın da gücü bir yere kadardı. Yalnızlık zordu, asilik zordu. Görüp de sevmemek, sevip de söylememek, söyleyip de inandıramamak uçurumlu ve sancılı bir yoldu. Karar sevilmese de sevebilmeyi ve nihayetinde geç ve sancılı gelişinin alametini, getirdiği müjdeli haberlerin mahiyetini yıllarla saklamıştı öfkesinin gölgesine. Merak edip de soran yoktu. Kararın da burnu büyüktü. Bir kuytuda, bir an için de olsa sevebildiğine olduğu gibi bütün derinliği ve samimiyetiyle açık edemezdi sırlarını. Diyemezdi ki, “Ben sana iyi haber de getirdim”. Diyemezdi ki, “Benim döktüğüm kandan senin kırmızı güllerin renk bulacak”. Diyemezdi ki, “Attırdığım çığlıklar kahkahaya, döktürdüğüm gözyaşları boncuk boncuk sevince dönüşecek”. Diyemezdi… Madem soran yoktu heybesindeki gizlerini, o da söyleyemezdi.

İşte böylesi bir kaderdi kararınki. Yalnız ve istenmeyen cinsten bir hayattı sürdüğü. Kendisi de kendi beterine teslim olmuştu. Zamanla kendi sesine sağır kesilmişti kulakları. Gururu bastırmıştı kalbinden dile gelen çığlıkları. Yalnızlık aktıkça içine, içi de yalnızlaşmıştı daha beter. Beter dur demiyordu, beter yeter bilmiyordu. Karar ve Karar’sız dünya ikiye ayrılıyordu. Aralarında okyanuslar dalgalanıyor, en dik dağlar boy atıyordu.

Doğa öyle garip bir güce sahiptir ki, güneşten yağmur düşer yere. Rüzgâr bazen de yaprakları sımsıkı bağlar dallarına. Kopmayan yaprak köklenir adeta. Bazen acılar da güldürür insanı. Bazen en kötü kararlar da kaderi gül bahçesine çevirir. Bazen en istenmeyen fecaat tayfası, en gözü kara savaşçılar aslen ölümü, eceli savıyordur başınızdan. Bazen yara kanıyordur, ama kanıyla zehri atıyordur vücudunuzdan. Bazen gözlerden yaş akıyordur, yaş tuzuyla yarayı kavuruyor ama aslen kurutuyordur.

Karar bir gün, bir nehrin kıyısında açamadığı heybesi ile oturmuş suda kendi aksini seyrederken bir dalga ayağa dikilip hışımla çarptı yüzüne. Soğuk su iki koca el olup kavradı omuzlarını. Gözle görülmez, elle tutulmaz bir anda çekti aldı omzundaki heybesini, çarptı soğuk ve akıntılı sulara. Kararın heybesinden bir bir döküldü kelimeler, döküldü kederler ve döküldü değiştireceği kaderler. Nehrin sularına karıştı kararın heybesindeki giz. Oradan aktı Karar’sızların zihinlerine. Oradan bulaştı kararın sakladığı haberler nehrin karşı kıyısındakilere. Bir tatlı zehir gibi içti Karar’sızlar nehrin suyunu. İçtikçe rahatladı çatlamış dudakları, içtikçe hafifledi yürekleri, içtikçe feraha vardılar, içerek salaha erdiler. Karar’sızlar nehrin suyunu içerek bir karara erdiler. Karar’sızların en yaşlıları topladı gençleri karşılarına. Karar’sızların en yaşlıları bir fetva verdiler. Kararın zehrinin şifaya erdirdiğine, kararın acısının yarayı iyi edip, ölüyü dirilttiğine ve dahi bu aynı kararın en kör olmuş gözlere nur yağdırıp dünyayı başka bir pencereden seyrettirdiğine dair görüş bildirdiler. Karar’sızların en yaşlıları, yıllarla yerleşmiş kararsızlıklarını kararın heybesinden dökülen gizlere feda ettiler. Karar iyidir dediler. Gençler de bunu böyle bildiler.

Karar dünyaya yırtarak ve acıtarak gelmişti oysa. Kararın doğumu sancılı, sancısı unutulmaz olmuştu.

Ve bu sebeptendir ki, karara ermek, kararın gizlerine erişmek zor, ancak erdikten, eriştikten sonra kararla barışmak kolay olmuştu.
Bu yüzdendir ki, geç ama temiz olmuştu kararın temize çıkışı.
Bu sebeple karar umduğundan çok sonra ancak sandığından çok fazla sevilmişti.
Bir karar bin kader değiştirmişti.
Bir karar bin ömür uzatmış, bin derde binbir çare yaratmıştı.

Karar en sonunda Karar’sızla barışmıştı.
Karar tüm kararsızların kanına karışmıştı.
O vakit, geri dönüş yoktu felah yolundan.
O vakit, güneş yeni ve yeniden ve hiç durmadan doğuyordu…

6 Ekim 2010 Çarşamba

İstanbul

İstanbul şehri yedi tepelidir.
Yedi sivri uç, yedi heybetli kümbet, yedi efsunlu tümsek ile çevrilidir.
Denizinde yedi deli akıntı, havasında yedi farklı koku, gecesinde yedi kat korku gizlidir.

İstanbul yedi kat ellere yakın, kanından kopmuş hemşerilerine yedi kat eldir kimi zaman...
İstanbul'un dünü yarınına uzak, geçmişi geleceğine tuzaktır.
İstanbul'un sislidir sabahları. Sislidir İstanbul'luların İstanbul'dan uzakları.
Ne gidersin İstanbul'dan, ne kalırsın. Yedi kere gelsen dünyaya, İstanbul'a yedi kere hayran kalırsın.

İstanbul şehrinde yedi düvele meydan okuyan yedi hal aşk gizlidir.
Aşkın yedi katmanında İstanbul'un halleri gizlidir.
Bir bir geçersin yediye varana kadar aşkın ahvalinden. En sonunda İstanbul'un resmi çıkar bu hallerin en derininden. İstanbul aşkın şehridir.

İstanbul aşk gibi yedi fersah derin, yedi ömür uzun, yedi dünya geniş bir şehrin, yedi yüksek tepede vücuda gelmiş halidir. İstanbul yedi kanatlı aşk perisine yedi büyük günahı zehrinde yutturan, yedi ömür aşkıyla sarhoş edip, yedi kere ecel tattıran yasakların şehridir. İstanbul yedi kollu bir ejderhanın gözlerindeki dehşet, yedi kuyruklu bir yıldızın gövdesindeki ışık, yedi hareli dolunayın etrafındaki nurdur. İstanbul gündüzüyle yakıp gecesiyle donduran yedi karlı dağ, ihtişamı nefes kesen yedi dik uçurum, huzurunda yedi cihanın dinlendiği yedi mavi göl, kuytusunda aşıkların öpüştüğü yedi yeşil ormandır.

İstanbul yedi kez dünyaya gelsen, yedi kez ruhunda kalandır.
İstanbul yedi efsunlu hayalin, yedi minareli inancın şehridir.
İstanbul umudun yedi farklı yüzü, acının yedi dirhem özüdür.

İstanbul aşktır dedik ya, işte böyle yedi kuşak belalısıdır İstanbul sevdiklerinin. Böyle yedi ömür kaderidir İstanbul bütün sakinlerinin. Kader bu ya, İstanbul'da doğmuşuz, yedi cihan öteye gitsek İstanbul zehrin şehridir. Ilık ılık akar özlemi gecelerde. Yedi kere can verir özlemiyle. Yedi can verir, yetmiş can alırken hasretiyle.

Aşk şehridir İstanbul.
Üzer adamı.
Üzdükçe yedi beter aşık eder kendine. Hüznü fetheder kalbin yedi katmanını.
Yedi tepeli şehrin yedi kubbesinde yedi martı yedi yırtık çığlık atar böyle zamanlarda...
İstanbul aşkı bağırtır insanı...
Bağırtır köpük köpük öfkeyle, öfkenin yedi kat altında yatanı.
Bağırtır İstanbul yedi kurdu, yedi kuşu.
İstanbul bağırtır aşkı yedi köşeden.
Aşk yedi kez bağırır İstanbul'un sokaklarında.
Dökülür dudaklardan, elle tutulur, yedi renkli bir tayf olur.
Aşk sadece Şehr-i İstanbul'da elle tutulur...

30 Eylül 2010 Perşembe

Bir Cümle

Hayat Derin için, boyu bir karıştan kısa, eni gökyüzünden geniş, her bakıldığında farklı yüzlerini seçtiren, ancak dikkatle ve odaklanarak bakılırsa en güzel hallerini gösteren, gösterdiklerine giden yol karanlık bir tünelden geçen, tünelin sonunda neler göstereceğini her defasında en baştan merak ettiren, ışığı her bakışında yeni mucizeler üretirken, ışıksız kalınca bütün işlevini yitiren, mutlaka herkesin bir kere büyüsüne kapıldığı, o büyüyle tekrar tekrar döndürüp başka mucizeler yakaladığı, oyun oynatan, oynatırken derindeki çocuklara yer açan, pahada hafif, heyecanda ağır, herkesin adını bilmediği, bilmeyenlere Derin'in uzun uzun anlatmayı sevdiği, sevdiklerine sevincini hediye ettiği, gökkuşağı renginde, çiçek renginde, umut renginde bir kaleydoskop gibiydi...

24 Eylül 2010 Cuma

Düş

"Mevla’m gül diyerek iki göz vermiş,
Bilmem ağlasam mı, ağlamasam mı?..
Dura dura bir sel oldum erenler,
Bilmem çağlasam mı, çağlamasam mı?..”

Âşık Mahsuni Şerif

Derin günlerden bir perşembe, günün içinde saklı zamanlardan bir gece, bir düşe yattı.

Her zamankinin tersine, bu defa hiç düşünmeden kendisini düşünün derinlerine bıraktı.
Kalbinin kanatlarına usul usul üfledi hüzünlerini. Yelkenlerini düşünün lacivert denizine fora etti. Düşünün içinde kısa, çok kısa bir yolculuğa adım attı.

Öyle bir yol ki, ulu kavakların serininde, yaprakların ıslık sesleriyle yarışan kuşlar var.
Kırlangıçlar var kavakların gövdesine yuva yapan.
Kumrular var kavakların dallarında öpüşen.
Yıldızlar var bastığı çimenlerde. Yıldızlar elle tutuluyor bu düşte. Elleriyle tuttu yıldızları Derin de. Ceplerine doldurdu, cepleri ışık doldu. Işık, gecenin içinde kalbinin mumlarını yaktı. Kalbi alev aldı, kalbi yandı, kalbi tutuştu...

Oysa karanlıktan korkar Derin.

Karanlık kâbusların mayasıdır. Belirsizliklerin, endişelerin anasıdır.
Düşteki gecenin karanlığı yumuşacıktı gel görelim...
Rüzgârı ılıktı. Boynundan başlayıp dudaklarında biten bir rüzgâr. Rüzgârın sanki parmakları var. Dokunduğu yeri yakan parmaklar. Üşütmeyen, ısıtan parmakları olan bir rüzgâr...

Düşünde yürüdü Derin.
Derininde yürüdü hislerinin.

Efsunlu bir düştü bu. Efsunu cebindeki yıldızlara bağladı. Yıldızlar yemyeşil iki göz oldular ellerinde. Derin o gözlerin büyüsüne bıraktı korkularını. Gözler Derin'in gözlerine aktı. Kahverengi ve yeşil karıştılar. Ela oldular düşlü gecede. Edalı iki ela göz oldu bütün yıldızlar. Ela oldu gökyüzü, ağaçlar, bulutlar, bulutların tüylerini ürperten rüzgâr. Hepsi elaya çaldılar...

Düşlü, efsunlu ve ela gecede Derin iki nehir gördü.
Nefesini tuttu nehirlerin resminde.
Nefesi kesildi gördüklerinin büyüsünde.
İki nehir, ikisi birbirinden güzel…
İki nehir, yan yana akan.
İki nehir, biri kahverengi, biri yeşil.
İki nehir, iki büyülü seyir...

Nehirlerden yeşil olanı gözlerinde çağladı. Köpüklerinde şehvet var, gürültüsünde aşk var, hiddet var. Öfke var suyunda, huzur var serininde. Ancak huzuru öfkesine yenik bu nehrin. Nehrin çığlıkları kalbine doldu Derin'in. Çığlık çığlığa teslim oldu Derin nehrin ihtişamına. Aşkın şiddetini gördü nehrin çağlayanında. Ela gözlü yıldızlar yeşil nehrin hiddetiyle buğulandı. Ela gözlü yıldızların gözbebeklerinde aşkın ışıkları parladı. Aşk nehrin sularında Derin'in ellerine aktı...

Derken kahverengi nehre yaklaştı Derin düşünde.

Bu nehir sessiz. Bu nehir dilsiz. Bu nehirde görkemli bir derinlik var. Derin nehrin derinine sokuldu. Gördüklerinden soluğu kesildi, nefesi, nutku tutuldu.

Kahverengi nehir berraktı. Rengi aslen şeffaftı. Kahvenin rengini derinindeki parlak taşlardan alıyordu. Taşlar renk olup sularına karışıyordu. Sükûnetle yaşlanmıştı bu nehrin taşları. Yaşlanırken parlamışlardı. Yaşlanarak gerçek renklerine kavuşmuşlardı. Yıllar yalayıp geçmişti pürüzlü yüzlerini. Acılar törpülemişti sivri köşelerini. Anılar damarlanmıştı üzerlerinde. Anılar yol yol iz bırakmıştı. İzler taşları ağırlaştırmış, izler taşlara hüzün katmıştı. Hüzün zamanla yerini huzura bırakmıştı. Anılar böyle değil midir? Önce keskin bir bıçak gibi acı verir. Sonra yerleşir kalbin katmanlarına, her kalp atışında kana karışır, anılar kan olur, can verir...

Derin düşünde nehirlerin arasındaydı.
Nehirlerin arasındaki ince yolun tam ortasındaydı.
Sağında yeşil nehir çağlıyor, solunda kahverengi nehir usul usul ağlıyordu.
Sağındaki nehirde aşk coşuyor, köpürüyor, solundaki nehirde aşk duruluyor, huzur buluyor, teslim oluyordu.

Derin düşünde düşündü.

Aşkın halleri nehir olup ayaklarına serilmişti şimdi.
Aşkın suları zihninde nehir olup düşüne akmıştı.
Düşünü yeşil ve kahverengi, bu iki nehir kaplamıştı.
Ne var ki Derin seçemiyor, hangi nehrin serininde yıkanacağına karar veremiyordu.
Her seçim bir diğerinden mahrum kılıyordu Derin'i.
Oysa iki nehrin de büyülüydü serini.

O vakit Derin düşe yattı düşünün içinde. Düşünde bir yeni düş yarattı.

Düşündeki nehirleri, yeni bir düşte, bir gölde kavuşturdu. Yeşili kahveyle buluşturdu. Gökyüzü gibi, bulut gibi, ağaç gibi, rüzgâr gibi elaya çaldı nehirlerin suyu. İki nehri tek bir vücuda sığdırdı. Hiddeti şehvete, şehveti teslimiyete, teslimiyeti huzura, huzuru aşka, aşkı nehirlerin suyuna karıştırdı. Aşk tek bir nehir oldu düşünde. Aşk nehri aktı gözlerinde gürül gürül. Aşk nehri duruldu kalbinde usul usul. Ela bir gecede akan ela bir nehir oldu düşü. Derin nehirlerin kavuştuğu göle soyundu. Gölün ela sularında giyindi. Aşk ela bir örtü oldu üzerinde. Kimi zaman yeşil, kimi zaman kahvenin renginde...

Derin günlerden bir perşembe, günün içinde saklı zamanlardan bir gece, bir düşe yattı.

Düşünde aşktan ela bir dünya yarattı.
Aşk düş oldu.
Derin düşünde aşka eş oldu.
Dokundu aşkın ela gözlerine,
O ela gözlerden yandı elleri...

Derken uyandı Derin.
Ellerine baktı,
Elleri yanıyordu,
Düşündeki aşkın alevi ellerini yakıyordu...

20 Eylül 2010 Pazartesi

Kül

"Gönülde kokan her gül, kül sırlarından bahisler açar."

Mevlana Celaleddin-i Belhi Rumi

Kül mevsimi her şehre tarihinde sadece bir kez gelirmiş.

O mevsimde gökyüzünden yeryüzüne kül yağar, toprak, su, ateş, çiçek, ağaç, ağaçtaki kuş, kuşların kanadındaki düş, düşlerin derinindeki bekleyiş küle çalarmış. Gri, savruk, belirsiz bir rüzgâr esermiş kül mevsiminde. Derler ki evler, evlerde yaşayan şehirliler, köylüler ve onların gönüllerindeki tüm sevgiler bu rüzgârın etkisiyle olsa gerek, bulanıklaşır, soğurmuş. Kül tüm şehre hakim olur, şehir küllere teslim olurmuş.

Derler ki Tanrı kullarını kül mevsimiyle sınar, ancak küllerinden doğan kullarından razı olurmuş.

Küllerin etrafı bastığı bir gün, az nüfuslu bir köyün, tek odalı evinde doğdu Sinan.
Kaderi doğum ve ölüm anı ise tüm insanların, doğumu sisli bir kadere denk gelir.
Kül mevsiminde doğan her bebek gibi, gri gözlü, gri saçlı, taze yanakları solgun, elleri soğuktu dünyaya gözünü açtığında. Yaşamaz dedi köydeki ebeler. Akşama kadar başında beklediler. Ancak Sinan, küllenmiş bir kalple doğmuş olduğundan olsa gerek, ne ağladı, ne güldü, ne de öldü. Kül rengi bebek, küllenmiş umutlara inat, kendi kendine bir köşede büyüdü.

Gel görelim Sinan bir türlü benzeyemedi köyün kalan sakinlerine.

Kül mevsiminin hüküm sürdüğü günler geçip köye güneş açtığında, ılık bir esintiyle külleri topraktan ağaca, ağaçtan yaprağa, yapraktan bir kelebeğin kanadına, oradan da bir yağmur bulutuna savurup çok uzaklara uğurladığında bile Sinan’ın kül rengi ala çalamadı. Yüzüne ışık uğramadı. Kendisinden çok gölgesinin suretiyle dolaştı durdu uzun zaman. Ne anasının ılık gözyaşları, ne bacısının soğuk kış günlerinde pişirdiği sıcak çorbalar, ne bacalardan dumanını usul usul tüttüren sobalar ısıtabildi Sinan’ın soğuk tabiatını. Sinan’ın geceleri gündüzü kadar, sözleri özü kadar, rüyaları gerçeği kadar renksiz kaldı. Sinan renklerini kül mevsiminin grisine, hislerini küllenmiş alevlerin naçar cansızlığına teslim etti. Teslimiyetini ise sabrının gücüne emanet etti. Böyle yaşadı yıllar yılı. Solgun, sessiz, hissiz…

Hayat insana en beklemediği acıları en ummadığı anlarda yaşatırken, en emin limanları fırtınasıyla viran edip, en ılık geceleri zalim bir kışa döndürürken, bazen kurumuş yaprağa da can veriyor olduğundan, bazen gölü dalgalandırıp, külü alevlendiriyor olduğundan ve bunları yine beklenmedik anlarda yapma kuralını istisnasız olarak uyguluyor olduğundan olsa gerek, Sinan’ın hikâyesi de bir sonbahar günü değişiverdi derler.

Sinan’ın dirilişi, yaşarken yeniden dünyaya gelişi aşkla çarpıştığı güne rastlıyor.

Öyle bir çarpışma ki bu, toprağı ateşe, ateşi suya, suyu buhara döndüren…
Kuşların kanadına rüzgârı, çiçeğin yaprağına güneşi değdiren…
Sessiz sakin akan nehirleri çağlatan, taşlaşmış yürekleri ağlatan, en yorgun gemileri en sakin limanlara bağlatan cinsten.
Öyle bir çarpışma ki, tek bir anı unutulmaz fakat anlat desen, anlatılmaz…
Kelimeyi aciz kılar.
Sözü bitirir...

Sinan aşkın evine misafir olduğunda tam tamına otuz yaşındaydı. Otuz yıldır külleriyle yaşamaktaydı.

Hangi eşikten geçiyor olduğunu bilse insan, hangi yola girdikten sonra geri dönülemeyeceğini birileri fısıldasa kulağına, durup o anı hiç unutmaması gerektiğini, zira o anın kaderinin renginin değiştirdiğini hissedebilse, Sinan da o gece hiç uyumaz, o günün bir saniyesini bile kaçırmamak için sabaha kadar gözünü kırpmazdı.

Oysa o, o günü sanki herhangi bir günmüş gibi yaşadı.
Yine sessizliğinde yürüyerek, yine renksizliğinde büyüyerek…

Çarpışmalar beklendiği gibi ses de çıkarmıyor bazen.
Tam tersi, bütün sesler yitiyor.
Bir deniz kabuğunun içindeki uğultu kaplıyor zihinleri, insan bir şeye çarptığını belki sadece bu her şeyden soyutlanmış anlarda anlıyor.
Birisini gördüğünde sadece onun renklerinden ibaret kesiliyorsa dünya, odada sadece onun sesi varsa, etrafta koşuşan çocuklar sağır, atılan çığlıklar dilsiz olmuşsa, bakan göz sadece onun renginde kör olmuş, nefes onun nefsinde can bulmuşsa, işte o an en ihtişamlı çarpışma yaşanıyor kişinin ruhunda.

Sinan’ın da çarpışması böyle sessiz ve dilsiz, böyle sakin ve derin oldu.
Sinan işte böyle ihtişamla, böyle sessizce aşık oldu.

Aşk önce rüyalarını ele geçirdi. Kırmızı bulutlar gördü Sinan uykusunda. Kırmızı bulutlardan kırmızı karlar yağdı üstüne. Kar taneleri derisine değdikçe alev aldı. Rüyalarında Sinan kül renginden ömründe ilk kez ala çaldı…

Sonra sabahları teslim oldu aşka. Sabahlar ki Sinan için hep serindir. Ilık bir rüzgâr okşadı yüzünü, kirpiklerinden söküp çıkardı yıllardır yerleşmiş olan hüznünü. Rüzgâr alıp hüznü karanlık kuyulara kapattı. Kuyuların üzerine kırmızıya dönmüş sarmaşıklar donattı. Yapraklarında öpüşen böcekler, zarafetle uçuşan kelebekler olan kırmızı sarmaşıklar… O sarmaşıklar Sinan’ın kalbine dolandılar. Kalbine bahar geldi. Kanı ısındı, sarhoş olup damarlarına aktı. Sinan aşkın sarhoşluğunu bu vesileyle tattı.

Derken günleri ve gündüzleri uzadı aşk mevsiminde. Güneş öyle sıcak yaktı ki, taş duvarları ısındı kalbinin. Elleri yandı dokununca kendi kalelerine. Elleri yandı aşk güneşinin alevinde. Kül rengi ellerinde güller açtı. Ellerinde aşkın mayhoş kokusu, Sinan günlerini aşkın kavruk güneşinde uzattı. Uzadı, uzadı günler… Sinan o günlerin her saniyesini aşk soluyarak yaşadı.

En sonunda gecelerinde parladı aşk. Yıldız yıldız yağdı üstüne rengârenk. Her yıldız farklı bir giz, farklı bir renk... Sinan gecelerin büyüsünü hapsetti zihnine. Hiç unutmamak için resmetti gözüne. Geceler unutulacak gibi değildi zaten. Gecelerde aşkın keman sesleri, gecelerde en büyülü şiirler, gecelerde en hüzünlü türküler söze geldi. Sinan gecelerde aşkın şiddetine mağlup oldu. Mağlup olup galip geldi. Sinan o gecelerde gerçekten tekrar doğdu, yeniden ve en baştan vücuda geldi…

Aşk renk demektir.

Bazen kırmızı, tutkulu…
Bazen sarı/sıcak, şefkatli…
Bazen masmavi, derin…
Bazen yeşil, özgür…
Bazen beyaz, taptaze, saf…
Bazen siyah, hüzünlü…
Ama hep rengârenk, büyülü…

Sinan aşkın ansızın esen rüzgârında buldu renklerini.
Aşkın sırlarında keşfetti kül renginin altındaki gizlerini.
Aşkta renk buldu.
Aşkta dirildi, aşkla yazdı kaderini, aşkla can buldu.

Bir anka kuşu öttü bir sonbahar sabahı,
Sinan aşkla küllerinden yeniden doğdu.

13 Eylül 2010 Pazartesi

Gün

“Dikenden gül bitiren, kışı da bahar haline döndürür. Serviyi hür bir halde yücelten, kederi de sevinç haline sokabilir.”

Mevlana Celaleddin-i Belhi Rumi

Sabah ezanıyla geldi gün.

Önce buğulu, bulanık. Ardından esintili, soğuk. Sonunda berrak ve ılık.

Gün, zamanların en küçük çocuğu. Zaman ailesinin tekne kazıntısı. Asırların beşinci kuşak torunu. Mutlu yılların büyük gözlü güzel kızı. Mutsuz anların seneler sonra doğmuş tek oğlu…
Gün, kulağına adı rüzgâr tarafından umut duası ile okunmuş bulut gözlü bir bebek.
Gün saçlarını sabah güneşinin sarısından almış bir nur topu.
Gün evin sevinci, zaman ailesinin en genci…

Gün bir sabah benim elime doğdu.

Yeni doğmuş bebek gibi, korumasız, muhtaç.
“Ya bırakacağım” dedim kendi kendime. “Bırakırsam yaşanmamış yıllarının cellâdı olacağım.”
“Ya bakacağım bu bebeğe çaresiz. Benden başka kimi kimsesi yok, yazık, kimsesiz.”

Öyle ya herkesin günü kendineydi değil mi? Her koyun kendi bacağından asılıyordu. Her ateş ancak düştüğü yeri yakıyordu. Bu gün de benim elime doğdu ne yapalım. “Hadi o zaman” dedim, “Gel bakalım gün, biz seninle arkadaş olalım…”

Uzun vakit sonra anladım ki bu yeni yetme günle hemen arkadaş olunmuyor.

Önce bekleyeceksin, uzun uzun ağlayacak. Henüz doğmuş, dili yok, derdi var ama diyesi yok. Senin düzenin vardı ya hani. Şimdi yeni bir gün geldi. Seni gecede beş kez derdiyle uyandıracak. Hep sen vereceksin, hep o alacak… Yemeyeceksin, o yiyecek. Üstelik sen emek verdikçe güne, gün daha çok senin olacak. Gel görelim, o sana senin baktığın gibi bakamayacak. Bebek daha gün, ağzı var, sözü yok. Sana “Ben aslında seni güzel günlerinim. Üzülme, ben de gün gelir sana en mutlu anlarını veririm.” diyemeyecek. Hep bekleyeceksin. Uzun bir süre gün seni hep bekletecek…

Derken göz göze geleceksiniz bir gün günle. Ancak bir bebeğin berraklığını göreceksin günün gözlerinde. Yavaş yavaş o da sana sarılacak. Mesela sabahları nefesiyle uyanacaksın süt kokan... Ya da sen eve geldiğinde senin küçük gün, üzerinde beyaz bebek tulumuyla seni yerde oturarak karşılayacak. Sen onu kucaklayacaksın, o senden öğrendiği gibi senin sırtına küçük elleriyle “pıt pıt” vuracak…

Gel zaman git zaman alışacaksınız birbirinize. Sen ona yaklaştıkça, o sana karışacak. Sen onu büyüttükçe, o sende büyüyecek. Sen sevdikçe o sevilmiş her bebek gibi sana varlığıyla yetecek… Bazen kapına geliveren, hayatını alt üst eden, huzurlu uykularını varlığı ile onlarca kez bölen küçük günün yokluğundaki mutluluğuna küçümseyen gözlerle bakacaksın. Eski yılların sana sadece eski değil, eski püskü gelecek… Yarımmışım diyeceksin. Şimdi yalnız başıma günümle bir bütünüm. Sadece günümleyken ben mutlu olmakta sonsuz hürüm…

Ve emeklemeyi öğrenecek gün. Önce ellerini koyacak yere kalkmak için. Sonra yatağının parmaklıklarına tutunarak kendini çekecek yerden yukarı. Ayağa kalktığını göreceksin. Sallanacak, düşecek sanıp irkileceksin. Düşecek. Ancak her defasında senin parmaklarına yapışacak inatla. Umudu günün yeniden ve yine yerden kalkışında resmedeceksin.

İlk adımlarını korkarak atacak. Üst üste üç adım sıraladığında mucize oldu sanacaksın. Senin çabanla değil, kendiliğinden yürüdüğünde gün, sen mutluluktan ağlayacaksın. Günün hızla ve neşeyle koşmaya başladığı o an, sen yaşadığını anlayacaksın.

Geç gelecek günle dostluk.
Geç olan ama tam olan her şey gibi olacak bu da…
Bir kez dost oldunuz mu günle, artık ne gam kalır serde, ne sabahı olmayan gece.
Ne korku kalır nefiste, ne endişe.

Gün dostu olan gül bahçesinde bülbül…
Gün dostları sabah esen ılık rüzgâr gibi hür.
Gün sevenler en mertten daha mert savaşçı.
Gün düşkünleri huzur gemisinin fora olmuş yelkeni.
Gün gönüldaşları aşkın en derin yolcusu.
Gün arkadaşları yaşam seyyahlarının en kadim hancısı.

Her yeni günün, her yeni umudun, her yeni başlangıcın müsebbibi mutlak surette eski bir dert, biçare geceler, hançer yarası sonlar, kabuk tutmayan bitişler…
Bizi yeni günle kesiştiren şüphe yok ki uçurumlu yol ayrımları.
Güne dost eden, düşmandan beş beter acılar.
Yaşamayı sevdiren, hatıratı ile gönül kıran anılar.

Hepsi bir yeni gün aşkına feda olsun…
Yeni günü bize böyle sevdirecekse, her dert gelsin başköşeye otursun.
Biz gün dostlarına kül olup yeniden doğmayı öğretecekse, gece varsın aylar sürsün.
Sonunda güneş varsa, varsın dört mevsim yalnız kış olsun…
Gün bir gün dost olup kapımızı çalacaksa, varsın yalnızlık hüküm sürsün.

Nasıl olsa gün gelecek.
Kalpler nasıl olsa gün görecek...

5 Eylül 2010 Pazar

"Dostum Dostum"

"Sana dilsiz, dudaksız sözler söyleyeceğim. Bütün kulaklardan gizli sırlardan bahsedeceğim. Bu sözleri sana, herkesin içinde söyleyeceğim ama senden başka kimse duymayacak. Kimse anlamayacak..."

Mevlana Celaleddin-i Belhi Rumi

Bu yazıyı dostuma yazıyorum.
Benim sessiz sohbet arkadaşıma.
Satır aralarında kaybettiklerimin kaşifine.
İçimdeki sevgi sandığının paslı anahtarının ilk sahibine...

Dostum ve ben tesadüfen karşılaştık.
Tesadüflerin mucizesine inanamayacak kadar küçük olduğumuz yaşlarda.
Mucizeyi bize sorsanız o zaman, ikimiz de benzer şeyler anlatırdık. Mesela evimizin yanındaki boş arsada bir sabah yeni doğmuş küçücük bir kedi bulmak mucizeydi. Hayatımıza renk katan herhangi bir şeyin sevincini abartılı bir şölenle kutladığımız, bir doğaüstü olaya şahitlik ettiğimiz hissi ile birbirimizi sıkıca kucakladığımız yaşlar...

Oysa şimdi, aradan neredeyse otuz yıl geçmişken, hayat bizi başka yollara, başka insanlara, başka tercihlere itmişken, dostum ve ben gündüz ve gece kadar farklılaşmışken, "kesişmemiz mucizeymiş" diyebiliyorum.

Size şimdi bizim dostluk mucizemizi anlatmak istiyorum.

Dostum benim zıttımdır.

Ben dağınık, o planlı.
Ben savurgan, o hesaplı.
Ben duygusal, o mantıklı.
Ben kırılgan, o tepkili.
Ben kanaatkar, o talepkar.
Ben temkinli, o cesur.
O çılgın, ben vakur...

Zıtlıklarımızda mükemmele yakın bir ahenk gizlidir.
Sanki hayat da bize ikimizi tek sayarak yeni sayfalar açıyor.
"O yoksa öbürü baş eder bu zorlukla" der gibi...
Kimi zaman bir bakmışım ben onun derdiyle savaşıyorum, zaman oluyor ki o girmiş benim içime, gam kovalıyor.

Mucizesi nerede gizli derseniz, size şöyle özetlerim:

Benim yolumda benim karşıma çıkan herhangi bir hikayeyi sanki tamamen benmiş gibi yaşar dostum... Benim tenime, benim etime, benim kalbime, benim hislerime bürünerek...
Ben olurken kendi yancı kuvvetlerini benim saflarıma getirerek.
Sanki benden iki tane ve bir de ondan bir tane sadece iki değil üç kişi oluruz hayatla savaşırken. İki kişiden üç atlı yaratırız. Benim savaşçımı tam ortada koşturur. Önde kendisi, ortada ben, tam arkamda bana bürünmüş ruh haliyle sırtımı sıvazlayan, atımı dört nala koşturmam için sabırla kulağıma sevgi fısıldayan benleşmiş o... Üçe bölünür, sımsıkı sarılır, bir oluruz. İşte böyle geçeriz derdin tasanın içinden. Böyle eskitiriz hüznü, böyle savarız sisli dönemleri, böyle varırız yeşil ve güneşli felah yaylalarına...

Dostum benim tarafımdır.

Beni benden iyi tanıyandır.
Sadece, mesela sabah kahvaltılarında peynirle reçeli asla aynı anda yemeyeceğimi bilecek ya da sırtımın tam ortasında babamınki ile aynı yerde küçük bir kedi patisine benzeyen doğum lekemi gözü kapalı işaret edecek kadar basit örneklerle değil...

Ben kaçarken mutsuzluğumdan, o gözlerimden hüznü çekip çıkartandır.
Ben söze başlamadan "Tamam, sadede gel, ne yapacağız?" diye sorandır.
Ben "Acaba ne yapıyor?" diye düşünürken tam o anda arayandır.
Güzel bir kitap okurken, "Şimdi o da okusaydı bu satırları..." diye hayıflanandır.
Yaşadığı şehri yeni yıl süsleriyle donattıklarında "O olsaydı benden daha çok severdi." diye kendi keyfini yoksayandır.
Ben ne yaşadıysam paylaşandır.
Hiç kimse benden kilometre hesabıyla o kadar uzakken sadece bir "Beni arar mısın?" mesajımın üzerine içimden ona kadar bile saymadan bulmamıştır beni.
Telefonu "Çabuk anlat!" diye açandır.
Sabahları yüzünü yıkamadan "İyi misin?" diye sorandır.

Nasıl anlatsam size, bir gün şeytan beni ele geçirse, ruhum kirli ve kinli bir yaratığa dönüşse, bir suç işlesem, kalp kırsam, para çalsam mesela, beraber ayıklardık pirincin taşını...
Suçu da bölüşürdük vicdanlarımızda.
Herhalde beraber korkardık öyle bir durumda...

Dost pek çok anlam taşıyor dört harfinde.

Türkçe, dost için kısaca "sevilen, güvenilen, gönüldaş" demiş.

Dini anlamları da var.
Örneğin Aleviler için çoğu kez Tanrı'yı ve Ali'yi sevenleri simgeliyor. Bu sebepledir ki Alevi ozanlarının türkülerinde, şiirlerinde mutlaka bir "dost" sözü geçiyor.
Hacı Bektaş, "Kul Tanrı'ya kırk makamda erer, ulaşır, dost olur" demiştir. Çok sevmeyi, teslim olmayı, "dost olmak" olarak betimlemiştir.

Benim dilimde dostum "bende olan"dır.
Derimin altına yerleşmiş, kalbimde ismiyle bütün duygu tellerini titretmiş olandır.
Artık o vakit, ne huyuna bakarım, ne köküne, ne suyuna...

Dostum ben kadar ben olandır.
Her zaman sevgisiyle bende kalandır.
Elimi uzattığımda orada olandır...

2 Eylül 2010 Perşembe

Salah

Salah sihirli bir kelime.

Felsefesi anlamında gizli.

İyileşme anlamına geliyor.
Bir diğer anlamı ise barışma...

"Salaha ulaştı" derler derdinden kurtulanlara. Ya da "salahla taburcu oldu" iyileşen hastalara. "Ah bir salaha ersem..." diye hayıflandığımız anlar olur. Biz bu cümlelerin içinde salah kelimesini "işlerin yoluna girmesi" anlamında kullanırız. Daha çok sonuç gibi. Süreç gibi değil...

Oysa bu mucizevi kelimenin iki anlamı arasında sanki kimseye söylemedikleri bir bağ var.

Barışmak ve iyileşmek.
İlaç içmek ve düzelmek gibi.

Barıştığım şeyleri düşünüyorum.

Küçükten beridir kırılgan olduğumu.
Hem de alıngan olduğumu.
Çok yakın durmak isterken bazen çok mesafe koyduğumu.
Detaycılığımla bazen derinlerde kaybolduğumu.
Başkalarına sonsuz anlayış gösterirken, kendi hatalarımda kendimi sanık sandalyesine oturttuğumu.
Sevdiğim şeylere gözümde bir hayal perdesi ile baktığımı.
Olaylara olduğundan büyük anlamlar taktığımı.
Doğru bildiğimden kendim için bile sapmamanın nasıl canımı yaktığını.
Kötüyü yoksaymak konusundaki inatçılığımı.
Bununla birlikte iyimser olmak konusundaki korkaklığımı...

Yıllarca salaha ermek için kendimde yürüdüm ben.
Topraklarım kanlı savaşlar gördü.
Rüzgarım sert, dövüşüm mertti.
Ben savaştıkça kendimle, kendim bana galip geldi.
Salahım pes ettiğim güne denk gelir...

Barışmak, hele ki kendinle, büyük iş...

"Ben buyum" yerine "ben buydum" diyebilmek...
Değişmeyi isteyip, gelişmeye izin verebilmek.
Sizi siz yapan şeylerin zaten sizi terk etmeyeceğine güvenebilmek.
İçinizdeki iyiye yol açabilmek.
İyiyi kötüyle savaştırmak yerine, kötüyü iyiye arkadaş kılabilmek.
Kendi sırtınızı anlayışla sıvazlayabilmek.
Hayata bir başka pencereden ama yine size ait gözlerle bakabilmek.
En başta kendinizi affedebilmek.
Sonra affedilecekleri limandan sessizce uğurlayabilmek.
Kendi hırçın taraflarınızla eğlenebilmek.
Kendinizi huysuzluk ederken komik bulabilmek.
Gülümsetecek kadar öfkeli,
Her şeye rağmen gülümseyecek kadar hüzünlü olabilmek.
Hataya yer açabilmek.
Hayata can atabilmek...

Mevlana şöyle demiş:

"Denizin dibinde incilerle taşlar karışık olarak bulunurlar. Övülecek şeyler de kusur ve yanlışların arasında bulunurlar."

Etiyle kemiğiyle, tersi ve düzüyle, insana ait bütün hataları ve sadece insana hediye edilmiş tüm duygularıyla yaşayan herkese salah bir serin rüzgar olup esecek...

Kabul edelim.
Bekleyelim...

30 Ağustos 2010 Pazartesi

"something old, something new, something borrowed, something blue"

Düğünler her ülkede, her kültürde, her yaşta ve her çağda kutlama sayılmış...

Görünen o ki, iki insanın hayatını birleştirmesi, iki kişinin tek bir soy isim altında birleşmesi herkes için kutlama yapılacak kadar sıra dışı bir olgu.

Neleri kutlarız?

Doğumları, doğumu hatırlatan doğum günlerini, emek emek kazanılan terfileri, kısmet olup kesenize dolan bereketi, mezuniyeti, kısacası başkalaşan anları, bir önceki güne benzemeyen günleri...

İnsan uzun süreli birliktelikleri tüm aile bir araya gelerek kutlamıyor. Sevgi aynı sevgi olsa da iş karar vermek adı altında resmileşince bunun için belli ki sevgiyle bir araya geliniyor. "Aferin size" demek için. İki kişinin çıkacağı çetin hayat yolculuğunda, olur da tekneleri su alırsa, rüzgar tersten eser, yelkenleri nefessiz kalırsa, "Biz sizin için buradayız." demek için. Sevinci ve büyük kararların getirdiği endişeyi paylaşmak için. Sevgiyi kutlamak ve hatta kutsamak için.

Biz bilmeyiz, bilsek de o heveslere girmeyiz ama bizim için yabancı olanlar gelinlere şans getireceğine inandıkları dört şey taşıması ya da giymesi gerektiğini öğütlüyorlar. Bu geleneğin adına da "something old (eski bir şey), something new (yeni bir şey), something borrowed (ödünç alınmış bir şey), something blue (mavi bir şey)" diyorlar.

Gelinler ise bu adeti yerine getirmek için bu dört kalem uğuru bünyesinde denkleştirecek bir şeyler arıyorlar. Örneğin anneanneleri tarafından kendilerine ödünç verilen ve o an için onlara olan aidiyeti yeni olan, eski ve mavi taşlı bir saç tokası... Ve tamam oluyor. Adet yerini bir toka ile kolayca buluyor.

Ben ise şöyle düşündüm:

Bir eşikten atlarken, yeni bir denize yelken açarken, yeni bir ormana giriyorsanız mesela uzun bir yürüyüş için, yanınızda mutlaka "eski" bir şeyiniz olmalı... Size eski günlerinizi, sizi siz yapan şeyleri, nereden geldiğinizi, köklerinizi, vazgeçilmezlerinizi anımsatmalı. Ormanda yolunuzu kaybettiğinizde, eski şeyiniz size güç vermeli. "Ben bu şeyi eskitecek kadar çok gün geçirdim, bu zor günü de eskitirim!" demek için...

"Yeni" bir yol varsa önünüzde, mutlaka kalbinizde yeni bir heves olmalı. Bayramlarda alınan yeni giysiler gibi. Bayramı önemsemek için. Yolu önemsemek için. Yola çıkarken o yol için yeni bir şey alarak yolun ederini ve sizin için kalben bedelini ödediğinizi simgelemek için... Yeni bir ayakkabı örneğin. Yolda karşınıza çıkabilecek her zorlukta "Ben bu ayakkabıları bu yolu yürüme hevesi ile aldım, yani bu yolu ben seçtim, ben istedim!" mesajını endişeyle çarpan kalbinize iletmek için...

Başka bir hayata geçerken mutlaka sizinle yürüyecek sevdikleriniz olmalı. Sizi limandan uğurlayan yüzler, havaalanında size son kez sarılan, yüreğinizi sımsıkı kavrayan eller. Size sevgilerini vermeliler ödünç olarak. İnsan sadece gerçekten sevdiklerinden ödünç bir şey ister. Yeni bir yola çıkarken ödünç aldığımız bir avuç şefkat, olası yalnızlıklarda bir derin sevgi denizi oluversin diye. "Ceplerimi bu zor anlar için sevgileriyle doldurdular, şimdi sevgileriyle yanımdalar." diyebilmek için...

Ve her yeni başlangıcın bir başka şeyin sonu olduğunu kabul edersek, biraz da "something blue" olmalı yanımızda. "Mavi bir şey" anlamında değil, "hüzünlü bir şey" anlamında... Kapattığımız sayfanın son demlerinin hüznünü taşımalıyız mesela biraz da çantamızda. Neden yeni bir sayfa açtığımızı anımsamak için. Yeninin eski ve ödünç alınmış kırıklıkları silebileceği gerçeğini kabul ettiğimizi kendimize hatırlatmak için.

Ben diyorum ki, yeni günler de kutlanmalı düğünler gibi...

Kapatılan sayfaların yeni bir yazgıya gebe olduğu gerçeğini kabul edebildiğimiz herhangi bir gün mesela...

Dostlarla toplanılmalı, aile büyükleri bir araya gelmeli, güzel yemekler yenmeli, zihinlerde büyük bir orkestra en ihtişamlı performansını sergilemeli... Kadehler kaldırılmalı. Yeniye inananlara, başını umutla yukarı kaldıranlara övgüler yağdırılmalı.

Düğünlerde olduğu gibi adetler yerini bulmalı.

Yeniye kanat çırpanlara yeni bir umut, eskimiş, yerleşmiş bir güven, ödünç alabileceği kadar bol bir sevgi ve hüzünlü ve mavi günlerinden sadece bir saat verilmeli.

Yeniye sebep olan eskiyi, umut edebilmek çabasına mal olan onca çaresizliği, fırtınadan önceki o derin sessizliği unutmasın diye...

Ardına dönmesin diye.

Yürüsün diye...

23 Ağustos 2010 Pazartesi

Mutluluk

Derin sabah kalktığında mutlu olacak bir şeyler arar.


Küçüklüğünden beri böyledir bu.

Hayatın ona kendiliğinden bir mutluluk paketi uzatmama ihtimaline karşın, o kendi mutluluk sebeplerini kendi cebinde gezdirir. Her sabah uyandığında hemen bir elini cebine atar zihninin. O cepten çıkartacak bir küçük sevinç arar. Mesela günlerden Çarşamba olması sevinçtir. Ya da bir gün önce aldığı bir kitaba o gece yatmadan başlayacak olmak. Ya da sevdiği birisiyle o kitabı okumadan önce yemek yiyecek olmak. Ya da örneğin, en sevmediği sınavın o gün olması, en sevmediği şeyden o gün itibariyle kurtulacak olmak. İşte böyle küçük anlar arar...

O günlerde cepleri boş gibiydi. Mutsuzluk hakim olduğundan değil de, cebinden çıkanlardan memnun olmadığından diyelim...

Sabah uyandı.
Rutin alıştırmasını atlayarak yüzünü yıkadı.
Sakin bir cumartesi sabahı...
Köşedeki simitçiden bir simit alıp gelmek üzere ocağa çay koydu. Köşeye kadar ağır adımlarla yürüdü. Yavaş yürümeyi oldum olası sevmez aslında. Hayatı kovalamak telaşı en basit, en sıradan anlarda bile kendini nasıl ele veriyor...

Sabırlı adımlarla evine geri geldi. Anahtarını kilide yerleştirmek üzereyken kapının aralığına sıkıştırılmış bir not buldu. Notu hevessizce açtı. Şöyle yazıyordu:
"Yoktun."

Hızlıca aklından notu yazma ihtimali olanları düşündü. Annesi değil, kardeşi tatilde, arkadaşları ile akşam buluşacak, apartman görevlisi zaten olamaz...

Önemsemedi. Önemsemediği şeyleri bile unutmayı reddeden zihnine bu defa söz geçirdi. Notu dikkatle unuttu...

Akşama kadar evde oyalandı. Arkadaşları ile buluşacakları eski restorana gitmeden önce içine bir kuşku düştü Derin'in. Hızlıca kapıya koştu. Ne bulacağını bilmeden kapıyı açtı. Bir not daha:
"Yoksun"

Bu defa kızdı.

"İnsan ne kadar sürprizleri severmiş gibi görünse de, sürprizin bile kimlerden geleceğini bilmek istiyor olmalı. Ya da eğer bir sürpriz varsa ortada, en azından notta biraz ipucu olmalı." diye düşündü.
Biraz ürkerek notu bu defa zihninin çöp sepetine attı.

Bir saat daha oyalandıktan sonra kalabalığa karıştı.
Kalabalık insanı her zaman farklı derecelerle de olsa kendinden uzaklaştırıyor.
En çok da korkularından. Endişelerinden.
O gece Derin yaşadığı bu garip olayı arkadaşlarının yüksek sesli kahkahaları ve neşeli gürültüleriyle savrulan zamanların arasına kattı.

Ne var ki notlar bir kaç gün daha değişik sıklıklarla kendini hatırlattı.
Hep aynı, hep iki değişik kısa not:
Ya "Yoktun" ya "Yoksun"

En sonunda merakı korkusunun önüne geçince -ki içimizdeki korkuları ancak gözü kara bir merak sindirebilir bazen- Derin de notlara bir tuzak kurmayı planladı aklında.
O notların sahibinden daha önce davranacaktı.
Bir Perşembe sabahı kapının eşiğine bu defa kendi notunu yazdı.
"Kapıyı çal!"

Derin'in bu girişiminden sonra notlar kesildi.

"Al sana!" diye düşündü içinden.
"Şimdi ömür boyu merak et." "Her kimse bu deli, çal diyorum, kapımı da çalmıyor."

Böyle bir merak ve kabulleniş içerisinde haftalar geçti. Derin de yavaş yavaş bu garip tesadüfün izlerini zihninden sildi. İnsan ne olursa olsun, unutuyor. Unutmak istemediklerimiz gerçekten harika şeyler olmalı. "İlk"lerimiz, "en"lerimiz, "son"larımız mesela...
"Kapıya bir delinin bıraktığı üç beş notu herkes unutur" dedi içinden.

Bir Cumartesi günü daha yine bu duygularla, yine sıradan ve hevessiz bir sabaha uyandı Derin.
Kapıdaki gazetesini almak için kilidi çevirdiğinde içeriye bir not süzüldü.
"Geldim, yoktun, yoksun."

Hani insan uzun uğraşlarla üst üste dizdiği kağıttan kule bir rüzgarla yıkılıverince derin bir çaresizlik hisseder ya, işte böyle pes etti Derin de.

Kabul etti.
Notları unutmak yerine, onların cevherini bulması gerekiyordu.
Çok beklemeden, hızlı adımlarla, vazgeçmeye zaman bırakmayarak soluğu Falcı'nın yanında aldı.

Falcı sanki geleceğini biliyormuş gibi, sakin ve kendinden emin bir gülümseme ile oturuyordu karşısında.
"Ne sinir bozucu" diye düşündü. "Demek insan doğaüstü güçleri olunca böyle dalga geçiyor başkalarının telaşlarıyla."

"Kızma." dedi Falcı. "Sabırlısın, çok daha önce gelmeni bekliyordum."
Derin Falcı'ya kısa ve kestirme bir yolla notları anlattı.
"Ne kadar uzatırsam, o kadar önemsiyor görünürüm" dedi içinden.

İnsan her şartta yüzündeki anlamı gölgeleyecek, arkasında saklanacak bir kuytu arıyor. Derin de kendini bu yordamla sakladı Falcı'dan. Notlardan kısaca bahsederek, merakını kibarca gizleyerek...

Falcı uzun süre sustu. Sonra kısık sesle konuştu:

"Notları sana mutluluğun bırakıyor" dedi.

"Mutluluk seni her gün yokluyor. Eğer sana uzattığı sepeti taşıyacak gücün yoksa, susuyor, bekliyor. O zaman "yoktun" diyor sana. "Yoktun" demek, "Yine geleceğim." demek. Mutluluk eski bir dosta benzer. Öylesine kapıda beliriverir. Eğer evde değilsen, bir gün mutlaka yine gelir."

"Ama eğer sen oradaysan, ve sana uzattığı sepeti taşıyabilecek, koluna takıp içindeki meyvelerden yiyebilecek gücün varsa ve sen yine de ona kapıyı açmıyorsan o vakit sana "Yoksun" diyor. Yani "Hiçsin" yani "Yaşamıyorsun, eksiksin." Bu başka, anladın mı?" dedi.

"Kapıyı çal deme boşuna. Ona kapıyı sen açacaksın. Mutluluğu her sabah kapına bırakılan bir yarım ekmek, bir gazete gibi gör. O hep oradadır, onu içeriye sen alacaksın."

Derin duyduklarından sıkılmıştı.

Bu kadar tesadüf, bu gerçek üstü hikayeler, hayatın mucizelerinin bir bir ve kol kola girerek en sonunda kapısına dayanacak kadar somut hale gelmeleri canını sıkmıştı...

"Normal şeyler olsa..." diye geçirdi içinden.

Normal şeylere razı olabilmek.
Hayatı cebimizden çıkanlarla yetinerek geçirebilmek.
Derin eve bunları düşünerek gitti...

19 Ağustos 2010 Perşembe

Halvet (İki Kişilik Yalnızlık)

Mevlana Celaleddin-i Belhi Rumi bu isimle doğmamıştır. Efendilik kendisine yakıştırıldığı için bu ismi almıştır. Mevlana "Efendimiz" anlamına geliyor. Gönüllerin efendisi...

Size Mevlana'nın hayatından bahsetmek için çok uzun yıllar okumam gerek.
Mesnevi-i Manevi'yi ruhumda öğütmem gerek.
Onunla ilgili çıkarımlarda bulunmak için ona yıllarla yaklaşmam gerek.

Şimdi bunu yapamam.

Ama size onun halvetinden bahsedebilirim. Onun Aşk dilinde "iki kişilik yalnızlık" anlamına gelen bu kelimenin Mevlana'nın hayatına tezahürünü belki gözünüzde canlandırabilirim. Hepimize ilham olsun diye... Aşk ateşi bu yazı süresince gönlümüzde yansın diye...

Mevlana gençliğinde, alimlerin sultanı ünvanına layık görülen babasının izini itina ile takip etmiş bir söz adamı olarak tanındı. Afganistan sınırları içinde olan Belh'de doğduktan sonra o zamanın başkenti sayılan Konya'ya ailesi ile birlikte gelene kadar ilim yolunda azimle yürüdü.

Ne var ki babasının rütbesine erişmek yolunda bir eksiği vardı;
Söze hükmeden Mevlana'nın gönüle de hükmetmesi için bir dosta ihtiyacı vardı.

Tasavvufa göre "Aşk" Allah tarafından kulları aracılığıyla yere indirilir. Mevlana o dönemde aşkın kendisini bulması, gönül kuyularını doldurması için bir dost bekliyordu. Aynasını arıyordu. Öyle bir ayna ki, kendisinin göremediklerini ay gibi parlatsın. Işığı güneş gibi kavursun benliğini. Önce pişirsin, sonra yaksın...

Şems-i Tebrizi'yi tanıdıktan sonra şöyle demiştir:

"Hamdım, piştim, yandım."

Dostu, ruh eşi, cevherlerinin aynası, Aşk yoldaşı Şems'tir.

Onunla karşılaştığı gün tarihte 15 Kasım 1244'e denk geliyor.
Karşılaştıkları yerin adı ise Merec-el Bahreyn. Türkçe'de bu söze "İki denizin karşılaştığı nokta" deniyor.
Denizlerinden bir okyanus yaptılar birlikte. Birbirlerine karışıp, birbirlerinde kayboldular Şems-i Tebrizi ile...

Dostlukları alışılagelmemiş bir hışımla başlar.
Kimine göre 40 gün, kimine göre 6 ay inzivaya çekilirler.
Bir odanın içinde Aşk'ı ararlar birlikte. Mevlana öylesine bütünleşmiş olmalı ki ruh eşi ile, Mesnevi de dahil olmak üzere pek çok yazısında, sözünde, şiirinde kendi adı yerine onunkini kullanmıştır. Ağzından dökülen sözlerin ilhamını tamamen Şems-i Tebrizi'den aldığına, ruhundan taşan kelimelerin sahibinin kendisinden çok dostu olduğuna inanmıştır.

Mevlana söz üstadıdır. Kelimelerini seçen, sözüne hükmeden, şefkat ve merhamet erbabıdır.
Şems gönül üstadıdır. Doğru bildiğinin uğruna yol kesen, söz kesen, zaman zaman ahkam kesen... Seveni kadar sevmeyeni vardır.

Şems dostunu hasetten, kıskançlıktan, fena sözden sakınmak ister. Ve bir gece ansızın Konya'yı sessizce terk eder.
Halvet'in sona erişidir bu ayrılık Mevlana için. Bu defa mutlak yalnızlığa boğulmuştur. Yemeden içmeden kesilir. Şems'in arkasından tüm müridlerini bilmediği şehirlere yollar. Onun yokluğunun acısından şiir yapar, gazel yapar.

Böyle günlerden birisinde kendisine dostundan bir haber getirdiğini söyleyen bir köylüye çıkartıp sırtından çulunu vermiştir. Şaşıran adama şunu söylemiştir:

“Yalanına çulumu verdim, sahisini söyleyene canımı veririm.”

Dünyevi her şeyden kopartmıştır Mevlana ruhunu. Ayrılığa dair en derin sözleri şöyle sıralamıştır:

“Dinle, bu ney neler hikayet eder.
Ayrılıklardan nasıl şikayet eder.”

Dostunın şikayetine dayanamayan Şems özlemle geri gelir.
Dostlukları hiç aralık vermemişçesine, hiç ayrılık görmemişçesine kaldığı yerden sürer Mevlana ile Şems'in. Kimileri bu dönemde Şems'in Mevlana'yı eğittiğini, onun özündeki tüm güzellikleri, tüm ilahi değerleri açık ettiğini söylerler. Mevlana'yı Şems "Mevlana" etti derler.

Mevlana için aşkta mürşitlik, şeyhlik yoktur.
Aşk "Dost"tur.
Onun lisanında "İnsan gözden ibarettir. Göz ise yalnız dostu görene denir."
Mevlana Şems ile "efendi" değil, "insan" olduğunu söylüyor. Onun halvetinde aşkı bulduğunu ima ediyor...

İki aşk dostunun yolculuğu Şems'in yine bir gün ansızın sırra kadem basışı ile dünyevi ayrılıkların en ızdıraplısı ile son bulur. Şems-i Tebrizi içinde Mevlana'nın oğlunun da bulunduğu bir grup sofu tarafından "Mevlana'ya kimsenin olamadığı kadar sahip olma" suçundan katledilir. Mevlana için Aşk'ın son buluşudur bu. Ölümüne kadar her gün Şems'in ayrılığını yaşar, onun özlemini yazar. 

Öldüğü gün olan 17 Aralık 1273'te şu sözü söylemiştir:

“Sözü doğru anlayan insanın hasretiyle gidiyorum.”

Hasret ve halvet birbirine çok benzeyen iki kelime...

Mevlana'nın tasviriyle iki canı teh ruh yapan halvete kavuşmak, yokluğunda derin bir hasrete düşmeye mal oluyorsa, olsun, olabilir...
Halvet içinde geçen her gün, dost sohbetiyle geçen her an, aşk hasretiyle geçen bir ömre bedel değil mi?

Şöyle demiş Mevlana:

“Günler geçip gittiyse, varsın geçsin.
Ey pak ve mübarek olan insan-ı kamil; hemen sen var ol!..”

Mevlana ve Şems nezdinde, var olmuş, var olan, her daim hasretiyle varolacak olan tüm dostlara, tüm gönüldaşlara, tüm aşklara adanmıştır.

Dua

İnsan belli yaşlarda kendisini ancak prensip sahibi olarak var edebileceğine ikna ediyor olmalı.

Derin için de bu böyleydi bir dönem.

"Ben şunları kesinlikle yapmam, bunları her daim harfiyen uygularım" hesaplaşmaları ile kendini tanımlama peşine düştüğü bir dönemdi diyelim.

25 yaşında bir gece, uykuya dalmadan önce tüm sevdikleri için şöyle dua etmeye başladı:

"Tanrım sen annemle babamın arasında bir barış anlaşması imzalasan... Yaşları 60'a geldi hala aşıklar. Biraz sükunet istiyorum evde. Yeter. Biraz eksiltsen hiddetlerini. Tamam artık alışsalar birbirlerini sevme durumuna."

"Bir de ağabeyim için başka bir iş istiyorum. Bir düzlüğe çıkınca da bir tane çocuk ver onlara. Artık vaktidir. Bir erkek çocuğu mesela, gönlümden geçti. Sen zaten duymuşsundur."

"Bir de sevgilime biraz huzur gönder. Artık mutlu olsun istiyorum. Hayatla savaşmaktan çok yoruldu. Ben de artık onu mutlu edemiyorum. Galiba ben de yoruldum. Biraz rahata erseler, biraz daha bereketli olsa, aksa kendiliğinden hayatları. Bir de şu okulunu bitirir bitirmez askere gitsin istiyorum. Dönünce de sen ona bir iş ayarlasan mesela. Çok güzel olur bunlar. Bunları istiyorum."

Bunları sayarken sıranın kendisine geldiğini fark etti.

Tam bu noktada Derin kendisi için dua etmenin artık prensipleri arasında yer alamayacağına kanaat getirdi.

Şöyle düşünmüş olmalı:

"Ben nasıl sevdiklerim için dua ediyorsam ve bunu tüm kalbimle istiyorsam, mutlaka benim isteklerim için dua eden birisi de bulunur. Hem bir başkası benim mutluluğumu en az  benim kadar isterse Tanrı'dan, o zaman o kişinin duaları daha çabuk kabul olunur."

Ve o geceden sonra Derin çok uzun yıllar her gece dualarını farklı sıralamalar ancak kati ve mutlak surette aynı son ile bitirdi. Laf dönüp dolaşıp kendine geldiğinde duasını hemen oracıkta kestirdi...

Prensipleri arasında ihtişamla yerini aldı bu "Bencil dua yasağı".
Sonucunu hiç bilemeyeceği bir sessizlikte seneler boyunca kendisi için Tanrı'dan hiç bir şey istemedi. Günlük, sıradan istekleri için dua haklarını hiç heba etmedi.

Bu duruş kendisini pek memnun ediyordu. İnsan taleplerini dizginleyebilirse, içindeki şımarık çocuğu bir Alman disiplini ile terbiye edeceğini, güçlendireceğini düşünüyor sanırım. Derin de hayal kapanını tek söz söylemeden sevdiklerinin ehliyetine bırakarak içindeki çocuğa söz geçirebildiğini hissetti. Duaları her zaman başkalarının hayallerine övgülerle bitti. Kendi hayallerini başkalarının iyi niyetli yakarışlarına terk etti.

Ancak çok sonraları bunun çocuğunu sokağa bırakan bir annenin yaptığına yakın bir kötülük olduğunu fark etmiştir.

Bu uyanış günümüzün "ne çağırırsan o gelir" isimli yozlaşmış felsefesinin "Secret" isimli kitap ile moda olmasına rastlar. Derin "Secret"ı okumayı her zaman reddetti. Belki de okuduğunda kendi hüzünlerine en elverişli zemini kendi hayallerine sahip çıkmayarak yine ve sadece kendisinin hazırladığı gerçeği ile yüzleşmek istemiyordu, kim bilir?

Gel zaman git zaman Derin'in hayatı fena halde dönüştü. Dualarının bekçileri değişti. Bir gün bir uyanırsınız ki hayatınızın masa üstü resmi bambaşka! İşte tam da böyle bir zamanda Derin bir sabah kendisi ile yüzleşti.

Şimdi ara ara dost meclislerinde şöyle anlatıyor.

"İstemek neden gurur meselesi olsun. "İstiyorum" diyebilmek noktasına gelmiş olmak zaten başlı başına bir mucize. Ben çok sevdiğim bir yemeği iştahla yemek istemeyi bile tılsımlı bir duygu olarak görüyorum. İsteklerimiz fena şeyler değiller. Neyi istediğimizi, neye öyküneceğimizi, ne için dua edeceğimizi biliyorsak eğer, dualarımızın kabul olması ihtimalinden çok daha büyük bir mutluluk yaşıyoruz aslında. Sadece farkında değiliz.

İstemeli, çok ve tam istemeli. Israrla istemeli. İstemek bir başarıdır."

İnsan istemeli. Ve tercihen büyük söylememeli.
Hele ki negatif anlam taşıyan cümlelerimizin duygu ve gereksinimlerimizin tamamen zıddına hareket etme riski taşıdığını düşünürsek, büyük söz söylemek oldukça tehlikelidir diyebiliriz.

Bu bağlamda prensipler de birer tuzaktır.

Fiziksel olarak bile değişmesi zorunlu tutulmış biz insan canlılarının düşünce ve inançlarının değişmeyeceği, prensiplerinin izinden ilk günkü bağlılıkları ile gidecekleri fikrine Derin'i kimse ikna edemez artık.

Derin cesaretle hayalinden resim çizebilen, çizdiği resmin de mevsimleri olduğu gerçeğini baştan görebilen kişiye "Değerli kişi" diyor. Bunu isteme cesaretini gösterebilene ise "En değerli kişi!"

Ben kendisine bu kararlılığında eşlik ediyorum.
Ancak fikrimi değiştirme özgürlüğümü ne olursa olsun cebimde tutuyorum.
Artık ben de Derin gibi geceleri kendime de zaman ayırarak dua ediyorum.

Ya da popüler adı ile "Secret" yapıyorum...

Peki hiç "Ters secret" denediniz mi?

"Yapamam biliyorum", "Değişemem eminim", "Beni anlamaz hissediyorum"ların ne kadar işe yaradığını biliyor musunuz?

Aman dikkat!

Sizi bunu yapmama konusunda prensip sahibi olmaya davet ediyorum.
Gelin tek prensibimiz bu olsun...
Gelin bu "ters secret" girdabına kapılmamak için dua edelim.
İnanın korunacağımız hışım çok büyük..

18 Ağustos 2010 Çarşamba

DKT sonuçları açıklandı.

Ben de bu blog yordamıyla bir sınav sistemi uydurdum. Zevkli de oldu.
Adını DKT koydum içimden. "Derindeki Kısa Testler"
Bir de regülatör belirledim. O da DÖK. "Derindekileri Öğrenme Kurumu"

DKT'de geçen hafta herkesin eline bir sihirli değnek verdim.
Kendim de oy verdim.
Sonuç %63'lük bir çoğunlukla "Endişelerimizden sıyrılarak öncelikle kendimizi değiştirmek istediğimiz" gerçeği olarak belirlendi.
Katılımcıların şöyle düşündüğünü düşünüyorum:
"Kendimi değiştirebilsem, zaten gerisi kolay!"
Sonuçlar DÖK'e gitti. DÖK de sonuçlarımıza kafa sallamak suretiyle onay verdi.

"Peki insan kendisini değiştirmesinin iyi bir sonuca gideceğini bildiği, hissettiği halde neden bunu yapmak için sihirli bir değnek ister? Ve bunu yapamayacağını gözü kestiğinde neden hep karşısındakinden değişmesini bekler?" sorularını test konusu yapmadım. Onun yerine bu hafta DKT'de korkuları sorguladım.

Sonuçlar şaşırtıcı oldu.
Ölümden korkan yok!
Parasızlıktan da göreceli olarak daha az korkuyoruz.
Korkumuz umutsuzluk ve yalnızlık.

Birinci hafta gelen sonuçlar bize kendimizi değiştirmek istediğimizi ancak bundan endişe ettiğimizi söyledi. İkinci hafta ise içten içe bir umutsuzluk taşıdığımızı, yalnız olmaktan her şeyden çok korktuğumuzu gördük.

Bu bizi aşağıdaki sonuca götürür mü?

"Evet mutlu olmak için değişmeliyim, ama buna gücüm yok. Böyle giderse de yalnız kalacağımı düşünüyorum ve geleceğe dönük umutlarımı kaybediyorum. Ve bunların hepsinden ölmekten bile çok korkuyorum."

Ben şimdi buna başka bir açıdan bakmaya çalışacağım:
Psikolojideki "yansıtma" gerçeği ile...

Bir annenin çocuğuna "Rüzgar çıktı, üşüyeceksin." demesi şuna denk gelirmiş:
"Rüzgar çıktı ben üşüyorum, sen de üşüyeceksin şimdi."

Kişi kendisi ile ilişkilendirmediği hiç bir şeyi başkalarına atfetmezmiş.
Karşımızdakine "sen böylesin" derken saklamak istediğimiz şey genellikle bizim de tam olarak kendimizi "öyle" hissettiğimiz gerçeğiymiş.

Reytingi yüksek bir örnekle incelemek gerekirse, kalp kırmak üzere olan bir adamın, kalbi kırılmak üzere olan kadına:

"Sen çok duygusalsın, çok hassassın, ben senin gibi değilim, seni kırmaktan korkuyorum."

söylemi ile,

"Ben de fena halde duygusalım aslında, seni biraz sonra kıracağım. Böylelikle kırılmaktan kurtulmuş olacağım."

diyor olduğu gerçeğinin bilinçsizce ifade ediliş şekli imiş "yansıtma".

Diğer bir deyişle, kendimizi açık etme durumu, korkularımızı, zaaflarımızı ele verme riski ve eğer ifşa olursak o durumu değiştirmek yükünü sırtlamak zorunda kalacağımız endişesi bizi olayın ibresini genellikle tam karşımızdakine çevirme eğilimine sürüklermiş.

Bunlar bir stratejik düşünce silsilesi içerisinde planlanarak falan da yapılmıyor. Eğer öyle olsa buna "yansıtma" yerine "kötülük" denirdi. Tamamen bilinçsizce takınıyoruz bu tutumları. Bilinç altımızın bize hükmettiği gerçeğini kabul edelim mi artık?..

Bu sebeple düğümleri çözerken bizi en az düşündürecek, sırtımıza en hafif yükü yükleyecek şekilde pozisyon alıyoruz. Ve eğer başımız sıkışırsa genellikle "Ben değil, sen!" diyoruz.

Güç içeride nasıl hissettiğimizden çok, dışarıdan nasıl algılandığımız ile doğru orantıda. İçimizden zaten uzak dolaşıyoruz. Oysa toplum içindeki duruşumuz, kurallara uyuşumuz, kalıplara sığışımıza bir o kadar merak duyuyoruz. Bu yüzden zor taraflarımızdan ustalıkla kaçıyoruz, bu yüzden her şey normalmişçesine en saçma durumları bile doğal karşılıyoruz. Bu yüzden en kötü ihtimalle suçu başkasına atıyoruz...

Savunma mekanizmalarımız bizi gün ışığında başını güneşe çeviren ayçiçekleri gibi dik tutuyor. Ancak güneş gidince biz de onlar gibi başımızı önümüze eğiyoruz. Aşağıda gördüğümüz manzara kendi ayaklarımız ve karmakarışık olmuş toprağımız. O noktada koskoca bir tarla içerisinde tek başına kalıyor bizim ayçiçeğimiz. Ve işte o kısa anlardaki yalnızlık duygusuna bile katlanamıyor yüreğimiz. DKT'nin söylediği, DÖK'ün de bu defa kafa sallayarak değil, altına imzasını atarak onayladığı en büyük korkumuz "yalnızlık" yanına "umutsuzluk" arkadaşını da alarak zihnimize bir Tanrı misafiri olarak geliveriyor o anlarda... Bir masanın etrafına dizilip şapkamızı önümüze koyuyoruz hep birlikte. "Değişmek lazım" diyoruz. Ta ki gönül penceremizden içeri günün ilk ışıkları süzülene kadar. İnsan böyle umut doludur işte. Azıcık normale dönme eğiliminde olunca hayatımız, mutsuzluklarla bir daha hiç yüzleşmeyecekmişiz gibi bir iyimserliğe kapılırız. Tasaları kutularına kilitler en üst raflara kaldırırız. İşte biz de böyle yapıyoruz. "Değişmek lazım"lar için DKT'deki gibi bir sihirli değnek bekliyoruz... O sihirli değnek gelene kadar da çok sıkışırsa başımız, suçu başkalarına atıyoruz. Ya da hayata. Ya da şanssızlığımıza mesela...

Tüm bu kelamları edecek istatistiki verilere sahip olabileceğim büyüklükte bir denek grubum yoktu benim.

Ama katılımcılarımın hepsini tahmin edebilecek kadar küçük bir blog yönetiyorum.
Bu da beni fikrine güvendiğim kişilerin iç seslerine sahip olduğum gerçeğine götürüyor.

Dolayısıyla sonuçlara da güveniyorum.

Zaten DÖK de onaylıyor. :)

17 Ağustos 2010 Salı

Hangisi?

En sevmediklerim, cümlelerinin içinde sürekli "ben" geçenlerdir.
Hep kendini anlatanlar.
Her fırsatta başkalarını unutanlar.
Her iklimde kendi rüzgarıyla savrulanlar.

"Ben böyleyim"ciler, "ben demiştim"ciler, "bence" kelimesindeki küçük "ce" hecesini büyük egolarına yenik düşürenler...

Bu "ben"ciler, dinlemeyi sevmez. Kendileri sabırsızlıklarını yoğun zihinlerine, yorgun bedenlerine atfederler. Hayatları o kadar doludur ki, bir başkasının hayatına sözlü misafir olmaya bile taakatleri bulunmaz bizim "ben"cilerin. Bu "ben"ciler, en sofu bencillerden beterdir. Bencil bile önce kendini düşünenlere denir. Bencillerin bile defterinde kendilerinden sonra öyle ya da böyle başkaları gelir. "Ben"ciler inanın en kötüleridir...

Buraya kadar sanırım yeni bir şey söylemedim.

Bu kalıbın kabına sığanlar genellikle başkalarının sevgi kaplarını dolduramazlar zaten. Saygı görürler iyi ihtimalle. Hukuktan, hürmetten, kadirşinas sevgiden nasiplerini pek alamazlar. Allahtan pek güçlü olur bu "ben"ciler. Kendi sevgi kaplarını yine kendileri dolduruverirler...

Şimdi daha beterlerini anlatacağım size; Buyrun size "sen"ciler...

"Sen"cileri ne siz sorun, ne ben söyleyeyim...
Bunlardan adam olmaz.
Gözleri kör olur, elleri felçli, ruhları esir, zihinleri sisli...
Kendilerine zarar, sevdiklerine zarar...

Bu cins sevgi savurganıdır.
Kendilerinden uzak, başkalarına yakın yaşarlar.
Akıldan uzak, fikirden kopuk, varsa yoksa bir duygu durumu ve maalesef en sonunda hayat vurgunu ile savurganlıklarını en sonunda savrulup giden zamanları ile öderler.

Bu cins insan üstü dayanılıkları / mucizevi iyimserlikleri ile bilinir.

Sevdikleri acıkmadan acıkmayan,
yanındakiler uykuya dalmadan kendini bırakmayan,
mutlu etmeden mutlu olamayan,
bir gün hayat gözüne çomağı sokmadan kör gezdiğini anlamayan,
başına kurşun yağsa yaz yağmuru zanneden,
tufan kopsa ıslıkla eşlik eden,
kötülüğü kendine hiç uğramayacak bir yolcu,
iyiliği samanlığı seyran olmuş bir hancı olarak gören bir cins...

İnsan bu kadar garip canlıların hiç olmazsa renklerinin farklı olmasını bekliyor. Mesela bu "sen"ciler uzaylı gibi belki de yemyeşil gezmeliler... Ama yok. Bir de utangaçlık olur serlerinde, "sen"ciler kendilerini pek iyi gizlerler.

Sorum şu:

Yukarıda tanımı yapılmış insan cinslerinden hangisi vicdana daha az yüktür?
Hangisine "aman boşver" der geçersiniz.
Hangisini en kötü ihtimalle kendi yalnızlığına terk edersiniz?

Mevlana şöyle demiş:

"Kimseden sana kötülük gelmesini istemiyorsan, fena söyleyici, fena öğretici, fena düşünceli olma!"

Anlaşılan bizim "sen"cilerden ona yakın bir yerlerde gezenler de vardı.

Bir ara, gerçekten rastlayıp tanıdığımda, var olduklarına kati olarak inandığımda size "biz"cilerden de bahsetmek isterim...

Şimdilik bu iki cinsin de birbirinden fena olduklarını aktarmakla yetiniyorum.
Yukarıdaki sorulara cevaben, ben oyumu "ben"cilere veriyorum.