30 Ağustos 2010 Pazartesi

"something old, something new, something borrowed, something blue"

Düğünler her ülkede, her kültürde, her yaşta ve her çağda kutlama sayılmış...

Görünen o ki, iki insanın hayatını birleştirmesi, iki kişinin tek bir soy isim altında birleşmesi herkes için kutlama yapılacak kadar sıra dışı bir olgu.

Neleri kutlarız?

Doğumları, doğumu hatırlatan doğum günlerini, emek emek kazanılan terfileri, kısmet olup kesenize dolan bereketi, mezuniyeti, kısacası başkalaşan anları, bir önceki güne benzemeyen günleri...

İnsan uzun süreli birliktelikleri tüm aile bir araya gelerek kutlamıyor. Sevgi aynı sevgi olsa da iş karar vermek adı altında resmileşince bunun için belli ki sevgiyle bir araya geliniyor. "Aferin size" demek için. İki kişinin çıkacağı çetin hayat yolculuğunda, olur da tekneleri su alırsa, rüzgar tersten eser, yelkenleri nefessiz kalırsa, "Biz sizin için buradayız." demek için. Sevinci ve büyük kararların getirdiği endişeyi paylaşmak için. Sevgiyi kutlamak ve hatta kutsamak için.

Biz bilmeyiz, bilsek de o heveslere girmeyiz ama bizim için yabancı olanlar gelinlere şans getireceğine inandıkları dört şey taşıması ya da giymesi gerektiğini öğütlüyorlar. Bu geleneğin adına da "something old (eski bir şey), something new (yeni bir şey), something borrowed (ödünç alınmış bir şey), something blue (mavi bir şey)" diyorlar.

Gelinler ise bu adeti yerine getirmek için bu dört kalem uğuru bünyesinde denkleştirecek bir şeyler arıyorlar. Örneğin anneanneleri tarafından kendilerine ödünç verilen ve o an için onlara olan aidiyeti yeni olan, eski ve mavi taşlı bir saç tokası... Ve tamam oluyor. Adet yerini bir toka ile kolayca buluyor.

Ben ise şöyle düşündüm:

Bir eşikten atlarken, yeni bir denize yelken açarken, yeni bir ormana giriyorsanız mesela uzun bir yürüyüş için, yanınızda mutlaka "eski" bir şeyiniz olmalı... Size eski günlerinizi, sizi siz yapan şeyleri, nereden geldiğinizi, köklerinizi, vazgeçilmezlerinizi anımsatmalı. Ormanda yolunuzu kaybettiğinizde, eski şeyiniz size güç vermeli. "Ben bu şeyi eskitecek kadar çok gün geçirdim, bu zor günü de eskitirim!" demek için...

"Yeni" bir yol varsa önünüzde, mutlaka kalbinizde yeni bir heves olmalı. Bayramlarda alınan yeni giysiler gibi. Bayramı önemsemek için. Yolu önemsemek için. Yola çıkarken o yol için yeni bir şey alarak yolun ederini ve sizin için kalben bedelini ödediğinizi simgelemek için... Yeni bir ayakkabı örneğin. Yolda karşınıza çıkabilecek her zorlukta "Ben bu ayakkabıları bu yolu yürüme hevesi ile aldım, yani bu yolu ben seçtim, ben istedim!" mesajını endişeyle çarpan kalbinize iletmek için...

Başka bir hayata geçerken mutlaka sizinle yürüyecek sevdikleriniz olmalı. Sizi limandan uğurlayan yüzler, havaalanında size son kez sarılan, yüreğinizi sımsıkı kavrayan eller. Size sevgilerini vermeliler ödünç olarak. İnsan sadece gerçekten sevdiklerinden ödünç bir şey ister. Yeni bir yola çıkarken ödünç aldığımız bir avuç şefkat, olası yalnızlıklarda bir derin sevgi denizi oluversin diye. "Ceplerimi bu zor anlar için sevgileriyle doldurdular, şimdi sevgileriyle yanımdalar." diyebilmek için...

Ve her yeni başlangıcın bir başka şeyin sonu olduğunu kabul edersek, biraz da "something blue" olmalı yanımızda. "Mavi bir şey" anlamında değil, "hüzünlü bir şey" anlamında... Kapattığımız sayfanın son demlerinin hüznünü taşımalıyız mesela biraz da çantamızda. Neden yeni bir sayfa açtığımızı anımsamak için. Yeninin eski ve ödünç alınmış kırıklıkları silebileceği gerçeğini kabul ettiğimizi kendimize hatırlatmak için.

Ben diyorum ki, yeni günler de kutlanmalı düğünler gibi...

Kapatılan sayfaların yeni bir yazgıya gebe olduğu gerçeğini kabul edebildiğimiz herhangi bir gün mesela...

Dostlarla toplanılmalı, aile büyükleri bir araya gelmeli, güzel yemekler yenmeli, zihinlerde büyük bir orkestra en ihtişamlı performansını sergilemeli... Kadehler kaldırılmalı. Yeniye inananlara, başını umutla yukarı kaldıranlara övgüler yağdırılmalı.

Düğünlerde olduğu gibi adetler yerini bulmalı.

Yeniye kanat çırpanlara yeni bir umut, eskimiş, yerleşmiş bir güven, ödünç alabileceği kadar bol bir sevgi ve hüzünlü ve mavi günlerinden sadece bir saat verilmeli.

Yeniye sebep olan eskiyi, umut edebilmek çabasına mal olan onca çaresizliği, fırtınadan önceki o derin sessizliği unutmasın diye...

Ardına dönmesin diye.

Yürüsün diye...

23 Ağustos 2010 Pazartesi

Mutluluk

Derin sabah kalktığında mutlu olacak bir şeyler arar.


Küçüklüğünden beri böyledir bu.

Hayatın ona kendiliğinden bir mutluluk paketi uzatmama ihtimaline karşın, o kendi mutluluk sebeplerini kendi cebinde gezdirir. Her sabah uyandığında hemen bir elini cebine atar zihninin. O cepten çıkartacak bir küçük sevinç arar. Mesela günlerden Çarşamba olması sevinçtir. Ya da bir gün önce aldığı bir kitaba o gece yatmadan başlayacak olmak. Ya da sevdiği birisiyle o kitabı okumadan önce yemek yiyecek olmak. Ya da örneğin, en sevmediği sınavın o gün olması, en sevmediği şeyden o gün itibariyle kurtulacak olmak. İşte böyle küçük anlar arar...

O günlerde cepleri boş gibiydi. Mutsuzluk hakim olduğundan değil de, cebinden çıkanlardan memnun olmadığından diyelim...

Sabah uyandı.
Rutin alıştırmasını atlayarak yüzünü yıkadı.
Sakin bir cumartesi sabahı...
Köşedeki simitçiden bir simit alıp gelmek üzere ocağa çay koydu. Köşeye kadar ağır adımlarla yürüdü. Yavaş yürümeyi oldum olası sevmez aslında. Hayatı kovalamak telaşı en basit, en sıradan anlarda bile kendini nasıl ele veriyor...

Sabırlı adımlarla evine geri geldi. Anahtarını kilide yerleştirmek üzereyken kapının aralığına sıkıştırılmış bir not buldu. Notu hevessizce açtı. Şöyle yazıyordu:
"Yoktun."

Hızlıca aklından notu yazma ihtimali olanları düşündü. Annesi değil, kardeşi tatilde, arkadaşları ile akşam buluşacak, apartman görevlisi zaten olamaz...

Önemsemedi. Önemsemediği şeyleri bile unutmayı reddeden zihnine bu defa söz geçirdi. Notu dikkatle unuttu...

Akşama kadar evde oyalandı. Arkadaşları ile buluşacakları eski restorana gitmeden önce içine bir kuşku düştü Derin'in. Hızlıca kapıya koştu. Ne bulacağını bilmeden kapıyı açtı. Bir not daha:
"Yoksun"

Bu defa kızdı.

"İnsan ne kadar sürprizleri severmiş gibi görünse de, sürprizin bile kimlerden geleceğini bilmek istiyor olmalı. Ya da eğer bir sürpriz varsa ortada, en azından notta biraz ipucu olmalı." diye düşündü.
Biraz ürkerek notu bu defa zihninin çöp sepetine attı.

Bir saat daha oyalandıktan sonra kalabalığa karıştı.
Kalabalık insanı her zaman farklı derecelerle de olsa kendinden uzaklaştırıyor.
En çok da korkularından. Endişelerinden.
O gece Derin yaşadığı bu garip olayı arkadaşlarının yüksek sesli kahkahaları ve neşeli gürültüleriyle savrulan zamanların arasına kattı.

Ne var ki notlar bir kaç gün daha değişik sıklıklarla kendini hatırlattı.
Hep aynı, hep iki değişik kısa not:
Ya "Yoktun" ya "Yoksun"

En sonunda merakı korkusunun önüne geçince -ki içimizdeki korkuları ancak gözü kara bir merak sindirebilir bazen- Derin de notlara bir tuzak kurmayı planladı aklında.
O notların sahibinden daha önce davranacaktı.
Bir Perşembe sabahı kapının eşiğine bu defa kendi notunu yazdı.
"Kapıyı çal!"

Derin'in bu girişiminden sonra notlar kesildi.

"Al sana!" diye düşündü içinden.
"Şimdi ömür boyu merak et." "Her kimse bu deli, çal diyorum, kapımı da çalmıyor."

Böyle bir merak ve kabulleniş içerisinde haftalar geçti. Derin de yavaş yavaş bu garip tesadüfün izlerini zihninden sildi. İnsan ne olursa olsun, unutuyor. Unutmak istemediklerimiz gerçekten harika şeyler olmalı. "İlk"lerimiz, "en"lerimiz, "son"larımız mesela...
"Kapıya bir delinin bıraktığı üç beş notu herkes unutur" dedi içinden.

Bir Cumartesi günü daha yine bu duygularla, yine sıradan ve hevessiz bir sabaha uyandı Derin.
Kapıdaki gazetesini almak için kilidi çevirdiğinde içeriye bir not süzüldü.
"Geldim, yoktun, yoksun."

Hani insan uzun uğraşlarla üst üste dizdiği kağıttan kule bir rüzgarla yıkılıverince derin bir çaresizlik hisseder ya, işte böyle pes etti Derin de.

Kabul etti.
Notları unutmak yerine, onların cevherini bulması gerekiyordu.
Çok beklemeden, hızlı adımlarla, vazgeçmeye zaman bırakmayarak soluğu Falcı'nın yanında aldı.

Falcı sanki geleceğini biliyormuş gibi, sakin ve kendinden emin bir gülümseme ile oturuyordu karşısında.
"Ne sinir bozucu" diye düşündü. "Demek insan doğaüstü güçleri olunca böyle dalga geçiyor başkalarının telaşlarıyla."

"Kızma." dedi Falcı. "Sabırlısın, çok daha önce gelmeni bekliyordum."
Derin Falcı'ya kısa ve kestirme bir yolla notları anlattı.
"Ne kadar uzatırsam, o kadar önemsiyor görünürüm" dedi içinden.

İnsan her şartta yüzündeki anlamı gölgeleyecek, arkasında saklanacak bir kuytu arıyor. Derin de kendini bu yordamla sakladı Falcı'dan. Notlardan kısaca bahsederek, merakını kibarca gizleyerek...

Falcı uzun süre sustu. Sonra kısık sesle konuştu:

"Notları sana mutluluğun bırakıyor" dedi.

"Mutluluk seni her gün yokluyor. Eğer sana uzattığı sepeti taşıyacak gücün yoksa, susuyor, bekliyor. O zaman "yoktun" diyor sana. "Yoktun" demek, "Yine geleceğim." demek. Mutluluk eski bir dosta benzer. Öylesine kapıda beliriverir. Eğer evde değilsen, bir gün mutlaka yine gelir."

"Ama eğer sen oradaysan, ve sana uzattığı sepeti taşıyabilecek, koluna takıp içindeki meyvelerden yiyebilecek gücün varsa ve sen yine de ona kapıyı açmıyorsan o vakit sana "Yoksun" diyor. Yani "Hiçsin" yani "Yaşamıyorsun, eksiksin." Bu başka, anladın mı?" dedi.

"Kapıyı çal deme boşuna. Ona kapıyı sen açacaksın. Mutluluğu her sabah kapına bırakılan bir yarım ekmek, bir gazete gibi gör. O hep oradadır, onu içeriye sen alacaksın."

Derin duyduklarından sıkılmıştı.

Bu kadar tesadüf, bu gerçek üstü hikayeler, hayatın mucizelerinin bir bir ve kol kola girerek en sonunda kapısına dayanacak kadar somut hale gelmeleri canını sıkmıştı...

"Normal şeyler olsa..." diye geçirdi içinden.

Normal şeylere razı olabilmek.
Hayatı cebimizden çıkanlarla yetinerek geçirebilmek.
Derin eve bunları düşünerek gitti...

19 Ağustos 2010 Perşembe

Halvet (İki Kişilik Yalnızlık)

Mevlana Celaleddin-i Belhi Rumi bu isimle doğmamıştır. Efendilik kendisine yakıştırıldığı için bu ismi almıştır. Mevlana "Efendimiz" anlamına geliyor. Gönüllerin efendisi...

Size Mevlana'nın hayatından bahsetmek için çok uzun yıllar okumam gerek.
Mesnevi-i Manevi'yi ruhumda öğütmem gerek.
Onunla ilgili çıkarımlarda bulunmak için ona yıllarla yaklaşmam gerek.

Şimdi bunu yapamam.

Ama size onun halvetinden bahsedebilirim. Onun Aşk dilinde "iki kişilik yalnızlık" anlamına gelen bu kelimenin Mevlana'nın hayatına tezahürünü belki gözünüzde canlandırabilirim. Hepimize ilham olsun diye... Aşk ateşi bu yazı süresince gönlümüzde yansın diye...

Mevlana gençliğinde, alimlerin sultanı ünvanına layık görülen babasının izini itina ile takip etmiş bir söz adamı olarak tanındı. Afganistan sınırları içinde olan Belh'de doğduktan sonra o zamanın başkenti sayılan Konya'ya ailesi ile birlikte gelene kadar ilim yolunda azimle yürüdü.

Ne var ki babasının rütbesine erişmek yolunda bir eksiği vardı;
Söze hükmeden Mevlana'nın gönüle de hükmetmesi için bir dosta ihtiyacı vardı.

Tasavvufa göre "Aşk" Allah tarafından kulları aracılığıyla yere indirilir. Mevlana o dönemde aşkın kendisini bulması, gönül kuyularını doldurması için bir dost bekliyordu. Aynasını arıyordu. Öyle bir ayna ki, kendisinin göremediklerini ay gibi parlatsın. Işığı güneş gibi kavursun benliğini. Önce pişirsin, sonra yaksın...

Şems-i Tebrizi'yi tanıdıktan sonra şöyle demiştir:

"Hamdım, piştim, yandım."

Dostu, ruh eşi, cevherlerinin aynası, Aşk yoldaşı Şems'tir.

Onunla karşılaştığı gün tarihte 15 Kasım 1244'e denk geliyor.
Karşılaştıkları yerin adı ise Merec-el Bahreyn. Türkçe'de bu söze "İki denizin karşılaştığı nokta" deniyor.
Denizlerinden bir okyanus yaptılar birlikte. Birbirlerine karışıp, birbirlerinde kayboldular Şems-i Tebrizi ile...

Dostlukları alışılagelmemiş bir hışımla başlar.
Kimine göre 40 gün, kimine göre 6 ay inzivaya çekilirler.
Bir odanın içinde Aşk'ı ararlar birlikte. Mevlana öylesine bütünleşmiş olmalı ki ruh eşi ile, Mesnevi de dahil olmak üzere pek çok yazısında, sözünde, şiirinde kendi adı yerine onunkini kullanmıştır. Ağzından dökülen sözlerin ilhamını tamamen Şems-i Tebrizi'den aldığına, ruhundan taşan kelimelerin sahibinin kendisinden çok dostu olduğuna inanmıştır.

Mevlana söz üstadıdır. Kelimelerini seçen, sözüne hükmeden, şefkat ve merhamet erbabıdır.
Şems gönül üstadıdır. Doğru bildiğinin uğruna yol kesen, söz kesen, zaman zaman ahkam kesen... Seveni kadar sevmeyeni vardır.

Şems dostunu hasetten, kıskançlıktan, fena sözden sakınmak ister. Ve bir gece ansızın Konya'yı sessizce terk eder.
Halvet'in sona erişidir bu ayrılık Mevlana için. Bu defa mutlak yalnızlığa boğulmuştur. Yemeden içmeden kesilir. Şems'in arkasından tüm müridlerini bilmediği şehirlere yollar. Onun yokluğunun acısından şiir yapar, gazel yapar.

Böyle günlerden birisinde kendisine dostundan bir haber getirdiğini söyleyen bir köylüye çıkartıp sırtından çulunu vermiştir. Şaşıran adama şunu söylemiştir:

“Yalanına çulumu verdim, sahisini söyleyene canımı veririm.”

Dünyevi her şeyden kopartmıştır Mevlana ruhunu. Ayrılığa dair en derin sözleri şöyle sıralamıştır:

“Dinle, bu ney neler hikayet eder.
Ayrılıklardan nasıl şikayet eder.”

Dostunın şikayetine dayanamayan Şems özlemle geri gelir.
Dostlukları hiç aralık vermemişçesine, hiç ayrılık görmemişçesine kaldığı yerden sürer Mevlana ile Şems'in. Kimileri bu dönemde Şems'in Mevlana'yı eğittiğini, onun özündeki tüm güzellikleri, tüm ilahi değerleri açık ettiğini söylerler. Mevlana'yı Şems "Mevlana" etti derler.

Mevlana için aşkta mürşitlik, şeyhlik yoktur.
Aşk "Dost"tur.
Onun lisanında "İnsan gözden ibarettir. Göz ise yalnız dostu görene denir."
Mevlana Şems ile "efendi" değil, "insan" olduğunu söylüyor. Onun halvetinde aşkı bulduğunu ima ediyor...

İki aşk dostunun yolculuğu Şems'in yine bir gün ansızın sırra kadem basışı ile dünyevi ayrılıkların en ızdıraplısı ile son bulur. Şems-i Tebrizi içinde Mevlana'nın oğlunun da bulunduğu bir grup sofu tarafından "Mevlana'ya kimsenin olamadığı kadar sahip olma" suçundan katledilir. Mevlana için Aşk'ın son buluşudur bu. Ölümüne kadar her gün Şems'in ayrılığını yaşar, onun özlemini yazar. 

Öldüğü gün olan 17 Aralık 1273'te şu sözü söylemiştir:

“Sözü doğru anlayan insanın hasretiyle gidiyorum.”

Hasret ve halvet birbirine çok benzeyen iki kelime...

Mevlana'nın tasviriyle iki canı teh ruh yapan halvete kavuşmak, yokluğunda derin bir hasrete düşmeye mal oluyorsa, olsun, olabilir...
Halvet içinde geçen her gün, dost sohbetiyle geçen her an, aşk hasretiyle geçen bir ömre bedel değil mi?

Şöyle demiş Mevlana:

“Günler geçip gittiyse, varsın geçsin.
Ey pak ve mübarek olan insan-ı kamil; hemen sen var ol!..”

Mevlana ve Şems nezdinde, var olmuş, var olan, her daim hasretiyle varolacak olan tüm dostlara, tüm gönüldaşlara, tüm aşklara adanmıştır.

Dua

İnsan belli yaşlarda kendisini ancak prensip sahibi olarak var edebileceğine ikna ediyor olmalı.

Derin için de bu böyleydi bir dönem.

"Ben şunları kesinlikle yapmam, bunları her daim harfiyen uygularım" hesaplaşmaları ile kendini tanımlama peşine düştüğü bir dönemdi diyelim.

25 yaşında bir gece, uykuya dalmadan önce tüm sevdikleri için şöyle dua etmeye başladı:

"Tanrım sen annemle babamın arasında bir barış anlaşması imzalasan... Yaşları 60'a geldi hala aşıklar. Biraz sükunet istiyorum evde. Yeter. Biraz eksiltsen hiddetlerini. Tamam artık alışsalar birbirlerini sevme durumuna."

"Bir de ağabeyim için başka bir iş istiyorum. Bir düzlüğe çıkınca da bir tane çocuk ver onlara. Artık vaktidir. Bir erkek çocuğu mesela, gönlümden geçti. Sen zaten duymuşsundur."

"Bir de sevgilime biraz huzur gönder. Artık mutlu olsun istiyorum. Hayatla savaşmaktan çok yoruldu. Ben de artık onu mutlu edemiyorum. Galiba ben de yoruldum. Biraz rahata erseler, biraz daha bereketli olsa, aksa kendiliğinden hayatları. Bir de şu okulunu bitirir bitirmez askere gitsin istiyorum. Dönünce de sen ona bir iş ayarlasan mesela. Çok güzel olur bunlar. Bunları istiyorum."

Bunları sayarken sıranın kendisine geldiğini fark etti.

Tam bu noktada Derin kendisi için dua etmenin artık prensipleri arasında yer alamayacağına kanaat getirdi.

Şöyle düşünmüş olmalı:

"Ben nasıl sevdiklerim için dua ediyorsam ve bunu tüm kalbimle istiyorsam, mutlaka benim isteklerim için dua eden birisi de bulunur. Hem bir başkası benim mutluluğumu en az  benim kadar isterse Tanrı'dan, o zaman o kişinin duaları daha çabuk kabul olunur."

Ve o geceden sonra Derin çok uzun yıllar her gece dualarını farklı sıralamalar ancak kati ve mutlak surette aynı son ile bitirdi. Laf dönüp dolaşıp kendine geldiğinde duasını hemen oracıkta kestirdi...

Prensipleri arasında ihtişamla yerini aldı bu "Bencil dua yasağı".
Sonucunu hiç bilemeyeceği bir sessizlikte seneler boyunca kendisi için Tanrı'dan hiç bir şey istemedi. Günlük, sıradan istekleri için dua haklarını hiç heba etmedi.

Bu duruş kendisini pek memnun ediyordu. İnsan taleplerini dizginleyebilirse, içindeki şımarık çocuğu bir Alman disiplini ile terbiye edeceğini, güçlendireceğini düşünüyor sanırım. Derin de hayal kapanını tek söz söylemeden sevdiklerinin ehliyetine bırakarak içindeki çocuğa söz geçirebildiğini hissetti. Duaları her zaman başkalarının hayallerine övgülerle bitti. Kendi hayallerini başkalarının iyi niyetli yakarışlarına terk etti.

Ancak çok sonraları bunun çocuğunu sokağa bırakan bir annenin yaptığına yakın bir kötülük olduğunu fark etmiştir.

Bu uyanış günümüzün "ne çağırırsan o gelir" isimli yozlaşmış felsefesinin "Secret" isimli kitap ile moda olmasına rastlar. Derin "Secret"ı okumayı her zaman reddetti. Belki de okuduğunda kendi hüzünlerine en elverişli zemini kendi hayallerine sahip çıkmayarak yine ve sadece kendisinin hazırladığı gerçeği ile yüzleşmek istemiyordu, kim bilir?

Gel zaman git zaman Derin'in hayatı fena halde dönüştü. Dualarının bekçileri değişti. Bir gün bir uyanırsınız ki hayatınızın masa üstü resmi bambaşka! İşte tam da böyle bir zamanda Derin bir sabah kendisi ile yüzleşti.

Şimdi ara ara dost meclislerinde şöyle anlatıyor.

"İstemek neden gurur meselesi olsun. "İstiyorum" diyebilmek noktasına gelmiş olmak zaten başlı başına bir mucize. Ben çok sevdiğim bir yemeği iştahla yemek istemeyi bile tılsımlı bir duygu olarak görüyorum. İsteklerimiz fena şeyler değiller. Neyi istediğimizi, neye öyküneceğimizi, ne için dua edeceğimizi biliyorsak eğer, dualarımızın kabul olması ihtimalinden çok daha büyük bir mutluluk yaşıyoruz aslında. Sadece farkında değiliz.

İstemeli, çok ve tam istemeli. Israrla istemeli. İstemek bir başarıdır."

İnsan istemeli. Ve tercihen büyük söylememeli.
Hele ki negatif anlam taşıyan cümlelerimizin duygu ve gereksinimlerimizin tamamen zıddına hareket etme riski taşıdığını düşünürsek, büyük söz söylemek oldukça tehlikelidir diyebiliriz.

Bu bağlamda prensipler de birer tuzaktır.

Fiziksel olarak bile değişmesi zorunlu tutulmış biz insan canlılarının düşünce ve inançlarının değişmeyeceği, prensiplerinin izinden ilk günkü bağlılıkları ile gidecekleri fikrine Derin'i kimse ikna edemez artık.

Derin cesaretle hayalinden resim çizebilen, çizdiği resmin de mevsimleri olduğu gerçeğini baştan görebilen kişiye "Değerli kişi" diyor. Bunu isteme cesaretini gösterebilene ise "En değerli kişi!"

Ben kendisine bu kararlılığında eşlik ediyorum.
Ancak fikrimi değiştirme özgürlüğümü ne olursa olsun cebimde tutuyorum.
Artık ben de Derin gibi geceleri kendime de zaman ayırarak dua ediyorum.

Ya da popüler adı ile "Secret" yapıyorum...

Peki hiç "Ters secret" denediniz mi?

"Yapamam biliyorum", "Değişemem eminim", "Beni anlamaz hissediyorum"ların ne kadar işe yaradığını biliyor musunuz?

Aman dikkat!

Sizi bunu yapmama konusunda prensip sahibi olmaya davet ediyorum.
Gelin tek prensibimiz bu olsun...
Gelin bu "ters secret" girdabına kapılmamak için dua edelim.
İnanın korunacağımız hışım çok büyük..

18 Ağustos 2010 Çarşamba

DKT sonuçları açıklandı.

Ben de bu blog yordamıyla bir sınav sistemi uydurdum. Zevkli de oldu.
Adını DKT koydum içimden. "Derindeki Kısa Testler"
Bir de regülatör belirledim. O da DÖK. "Derindekileri Öğrenme Kurumu"

DKT'de geçen hafta herkesin eline bir sihirli değnek verdim.
Kendim de oy verdim.
Sonuç %63'lük bir çoğunlukla "Endişelerimizden sıyrılarak öncelikle kendimizi değiştirmek istediğimiz" gerçeği olarak belirlendi.
Katılımcıların şöyle düşündüğünü düşünüyorum:
"Kendimi değiştirebilsem, zaten gerisi kolay!"
Sonuçlar DÖK'e gitti. DÖK de sonuçlarımıza kafa sallamak suretiyle onay verdi.

"Peki insan kendisini değiştirmesinin iyi bir sonuca gideceğini bildiği, hissettiği halde neden bunu yapmak için sihirli bir değnek ister? Ve bunu yapamayacağını gözü kestiğinde neden hep karşısındakinden değişmesini bekler?" sorularını test konusu yapmadım. Onun yerine bu hafta DKT'de korkuları sorguladım.

Sonuçlar şaşırtıcı oldu.
Ölümden korkan yok!
Parasızlıktan da göreceli olarak daha az korkuyoruz.
Korkumuz umutsuzluk ve yalnızlık.

Birinci hafta gelen sonuçlar bize kendimizi değiştirmek istediğimizi ancak bundan endişe ettiğimizi söyledi. İkinci hafta ise içten içe bir umutsuzluk taşıdığımızı, yalnız olmaktan her şeyden çok korktuğumuzu gördük.

Bu bizi aşağıdaki sonuca götürür mü?

"Evet mutlu olmak için değişmeliyim, ama buna gücüm yok. Böyle giderse de yalnız kalacağımı düşünüyorum ve geleceğe dönük umutlarımı kaybediyorum. Ve bunların hepsinden ölmekten bile çok korkuyorum."

Ben şimdi buna başka bir açıdan bakmaya çalışacağım:
Psikolojideki "yansıtma" gerçeği ile...

Bir annenin çocuğuna "Rüzgar çıktı, üşüyeceksin." demesi şuna denk gelirmiş:
"Rüzgar çıktı ben üşüyorum, sen de üşüyeceksin şimdi."

Kişi kendisi ile ilişkilendirmediği hiç bir şeyi başkalarına atfetmezmiş.
Karşımızdakine "sen böylesin" derken saklamak istediğimiz şey genellikle bizim de tam olarak kendimizi "öyle" hissettiğimiz gerçeğiymiş.

Reytingi yüksek bir örnekle incelemek gerekirse, kalp kırmak üzere olan bir adamın, kalbi kırılmak üzere olan kadına:

"Sen çok duygusalsın, çok hassassın, ben senin gibi değilim, seni kırmaktan korkuyorum."

söylemi ile,

"Ben de fena halde duygusalım aslında, seni biraz sonra kıracağım. Böylelikle kırılmaktan kurtulmuş olacağım."

diyor olduğu gerçeğinin bilinçsizce ifade ediliş şekli imiş "yansıtma".

Diğer bir deyişle, kendimizi açık etme durumu, korkularımızı, zaaflarımızı ele verme riski ve eğer ifşa olursak o durumu değiştirmek yükünü sırtlamak zorunda kalacağımız endişesi bizi olayın ibresini genellikle tam karşımızdakine çevirme eğilimine sürüklermiş.

Bunlar bir stratejik düşünce silsilesi içerisinde planlanarak falan da yapılmıyor. Eğer öyle olsa buna "yansıtma" yerine "kötülük" denirdi. Tamamen bilinçsizce takınıyoruz bu tutumları. Bilinç altımızın bize hükmettiği gerçeğini kabul edelim mi artık?..

Bu sebeple düğümleri çözerken bizi en az düşündürecek, sırtımıza en hafif yükü yükleyecek şekilde pozisyon alıyoruz. Ve eğer başımız sıkışırsa genellikle "Ben değil, sen!" diyoruz.

Güç içeride nasıl hissettiğimizden çok, dışarıdan nasıl algılandığımız ile doğru orantıda. İçimizden zaten uzak dolaşıyoruz. Oysa toplum içindeki duruşumuz, kurallara uyuşumuz, kalıplara sığışımıza bir o kadar merak duyuyoruz. Bu yüzden zor taraflarımızdan ustalıkla kaçıyoruz, bu yüzden her şey normalmişçesine en saçma durumları bile doğal karşılıyoruz. Bu yüzden en kötü ihtimalle suçu başkasına atıyoruz...

Savunma mekanizmalarımız bizi gün ışığında başını güneşe çeviren ayçiçekleri gibi dik tutuyor. Ancak güneş gidince biz de onlar gibi başımızı önümüze eğiyoruz. Aşağıda gördüğümüz manzara kendi ayaklarımız ve karmakarışık olmuş toprağımız. O noktada koskoca bir tarla içerisinde tek başına kalıyor bizim ayçiçeğimiz. Ve işte o kısa anlardaki yalnızlık duygusuna bile katlanamıyor yüreğimiz. DKT'nin söylediği, DÖK'ün de bu defa kafa sallayarak değil, altına imzasını atarak onayladığı en büyük korkumuz "yalnızlık" yanına "umutsuzluk" arkadaşını da alarak zihnimize bir Tanrı misafiri olarak geliveriyor o anlarda... Bir masanın etrafına dizilip şapkamızı önümüze koyuyoruz hep birlikte. "Değişmek lazım" diyoruz. Ta ki gönül penceremizden içeri günün ilk ışıkları süzülene kadar. İnsan böyle umut doludur işte. Azıcık normale dönme eğiliminde olunca hayatımız, mutsuzluklarla bir daha hiç yüzleşmeyecekmişiz gibi bir iyimserliğe kapılırız. Tasaları kutularına kilitler en üst raflara kaldırırız. İşte biz de böyle yapıyoruz. "Değişmek lazım"lar için DKT'deki gibi bir sihirli değnek bekliyoruz... O sihirli değnek gelene kadar da çok sıkışırsa başımız, suçu başkalarına atıyoruz. Ya da hayata. Ya da şanssızlığımıza mesela...

Tüm bu kelamları edecek istatistiki verilere sahip olabileceğim büyüklükte bir denek grubum yoktu benim.

Ama katılımcılarımın hepsini tahmin edebilecek kadar küçük bir blog yönetiyorum.
Bu da beni fikrine güvendiğim kişilerin iç seslerine sahip olduğum gerçeğine götürüyor.

Dolayısıyla sonuçlara da güveniyorum.

Zaten DÖK de onaylıyor. :)

17 Ağustos 2010 Salı

Hangisi?

En sevmediklerim, cümlelerinin içinde sürekli "ben" geçenlerdir.
Hep kendini anlatanlar.
Her fırsatta başkalarını unutanlar.
Her iklimde kendi rüzgarıyla savrulanlar.

"Ben böyleyim"ciler, "ben demiştim"ciler, "bence" kelimesindeki küçük "ce" hecesini büyük egolarına yenik düşürenler...

Bu "ben"ciler, dinlemeyi sevmez. Kendileri sabırsızlıklarını yoğun zihinlerine, yorgun bedenlerine atfederler. Hayatları o kadar doludur ki, bir başkasının hayatına sözlü misafir olmaya bile taakatleri bulunmaz bizim "ben"cilerin. Bu "ben"ciler, en sofu bencillerden beterdir. Bencil bile önce kendini düşünenlere denir. Bencillerin bile defterinde kendilerinden sonra öyle ya da böyle başkaları gelir. "Ben"ciler inanın en kötüleridir...

Buraya kadar sanırım yeni bir şey söylemedim.

Bu kalıbın kabına sığanlar genellikle başkalarının sevgi kaplarını dolduramazlar zaten. Saygı görürler iyi ihtimalle. Hukuktan, hürmetten, kadirşinas sevgiden nasiplerini pek alamazlar. Allahtan pek güçlü olur bu "ben"ciler. Kendi sevgi kaplarını yine kendileri dolduruverirler...

Şimdi daha beterlerini anlatacağım size; Buyrun size "sen"ciler...

"Sen"cileri ne siz sorun, ne ben söyleyeyim...
Bunlardan adam olmaz.
Gözleri kör olur, elleri felçli, ruhları esir, zihinleri sisli...
Kendilerine zarar, sevdiklerine zarar...

Bu cins sevgi savurganıdır.
Kendilerinden uzak, başkalarına yakın yaşarlar.
Akıldan uzak, fikirden kopuk, varsa yoksa bir duygu durumu ve maalesef en sonunda hayat vurgunu ile savurganlıklarını en sonunda savrulup giden zamanları ile öderler.

Bu cins insan üstü dayanılıkları / mucizevi iyimserlikleri ile bilinir.

Sevdikleri acıkmadan acıkmayan,
yanındakiler uykuya dalmadan kendini bırakmayan,
mutlu etmeden mutlu olamayan,
bir gün hayat gözüne çomağı sokmadan kör gezdiğini anlamayan,
başına kurşun yağsa yaz yağmuru zanneden,
tufan kopsa ıslıkla eşlik eden,
kötülüğü kendine hiç uğramayacak bir yolcu,
iyiliği samanlığı seyran olmuş bir hancı olarak gören bir cins...

İnsan bu kadar garip canlıların hiç olmazsa renklerinin farklı olmasını bekliyor. Mesela bu "sen"ciler uzaylı gibi belki de yemyeşil gezmeliler... Ama yok. Bir de utangaçlık olur serlerinde, "sen"ciler kendilerini pek iyi gizlerler.

Sorum şu:

Yukarıda tanımı yapılmış insan cinslerinden hangisi vicdana daha az yüktür?
Hangisine "aman boşver" der geçersiniz.
Hangisini en kötü ihtimalle kendi yalnızlığına terk edersiniz?

Mevlana şöyle demiş:

"Kimseden sana kötülük gelmesini istemiyorsan, fena söyleyici, fena öğretici, fena düşünceli olma!"

Anlaşılan bizim "sen"cilerden ona yakın bir yerlerde gezenler de vardı.

Bir ara, gerçekten rastlayıp tanıdığımda, var olduklarına kati olarak inandığımda size "biz"cilerden de bahsetmek isterim...

Şimdilik bu iki cinsin de birbirinden fena olduklarını aktarmakla yetiniyorum.
Yukarıdaki sorulara cevaben, ben oyumu "ben"cilere veriyorum.

Balıkçılar

Herkesin herkese benzediği şu hayatta, kimseye benzememek için bir meslek seçmek gerekse, ben balıkçı olmak isterdim.

Balıkçılar...

Balıkçılar sadece balıkçılara benzer diye bilirim.

Bir balıkçı tasvir etmem gerekse size, şöyle derim:

Balıkçılar erkek olur.
Genellikle iri yarı, elleri kaba saba, tenleri kavruk, az konuşan erkekler.
Erkek olmalarının dışındaki en büyük ortak yanları ise, balıkçılar denizi severler.
Çoğunlukla dar gelirli bir hayat sürerler... Balıkçıların zenginliği yüreklerinden gelir.

Parayı sevmeyen bankacı, trafiği sevmeyen taksi şoförü, karanlıktan korkan gece bekçisi, kalabalıktan hiç haz etmeyen terminal görevlisi, adalete inanmayan hukukçu doluyken çevremiz, denizi sevmeyen balıkçıya bırakın rastlamayı, var olduklarını hayal bile edemeyiz.

Balıkçılar denizi severler.

Her sabah evlerinden çocukları uyurken kalkıp gidecek, her gece teknelerindeki işleri ancak sevdikleri uyuduktan sonra bitecek olmasına rağmen severler.

Her akşam kendi denizlerine attıkları ağlardan her sabah yeni bir umut toplamayı bıkmadan usanmadan hayal edecek kadar çok...

Denizin kendilerine kimi zaman taneyle verdiği berekete dönüp dönüp şükredecek,

Eski teknelerinin üzerinde sigalarından alınan bir derin nefes ya da yarı paslanmış çaydanlıklarında demlenmiş bir sıcak çaya dünyaları değişmeyecek kadar çok...

Fırtınalı havalarda teknelerini namusları gibi koruyarak bağıra bağıra limana demirlemek için kimi zaman canlarından vazgeçecek kadar çok.

Denizlerinin berrak ve huzurlu tarafını sevdikleri kadar, bulanık ve dalgalı hallerine de gönülden minnet edecek kadar çok...

Bir balıkçıya en çok hangi şarkıyı seversin desem, sabah sükunetinde limandan ayrılan teknelerinin çıkartığı takırtıyı söyler bana... Bundan eminim...

Bana sorsanız, deseniz ki, "Kimdir bu dünyada en tutkulu çalışanlar?"
Balıkçılar, cefakar balıkçılar derim.

Kuralları olan ama kimi zaman kurallarını denizlerinin hırçın hükümdarlığı altında sessizce uykuya yatıranlar...
Bir diğer deyişle sevdikleri denizin dalgasına teslim olanlar.
Her akşam limana ertesi sabah denizlerine sağ salim kavuşmak için yanaşanlar.
Her sabah sevdiklerinin koynunda bereketi aramaktan yılmayanlar.
Buldukları berekete razı olanlar.
Sevdiklerinin uğrunda elleri nasır tutan,
Gövdeleri kabalaşırken, ruhları narin kalanlar.

Karadeniz'in, Boğaz'ın, güzel Ege'nin ve mavi Akdeniz'in tüm cesur balıkçılarına...

16 Ağustos 2010 Pazartesi

Bir resim, iki yorum.

Fikir şuradan geliyor:

Aynı resme bakan iki kişi tamamen aynı özelliklere sahip olan bir odayı nasıl betimlerdi?

Oda özelinde bir "başkalık" denemesi.

Algılarımızın duygu, düşünce ve deneyimlerimizle şekillendiğini varsayarak, küçük bir öznelleşme tecrübesi.


Okan 38, Sedef 32 yaşında.
Odada kısa bir süre için oturacaklar.
Burası bir doktorun bekleme salonu diyelim. Ancak ciddi bir hastalıkları yok.
Sadece cinsiyet ve yaş farkları olsun Okan ve Sedef'in.
Diğer değişkenleri bilmeyelim...
Bizi bu odanın içinde kendi iç sesleri ve kendi gözleri ile gezdirmelerine müsaade edelim...

Okan:

"Çok yorgunum. Bütün gün aralıksız çalış, çalış. Hemen otursam bir yere. Aklımdan geçen uzanarak oturabileceğim bir kanepe hatta. Ama yok burada. Onun yerine garip şekilli koltuklar koymuşlar. Rahat da değil üstelik. Ama pahalı olmalılar...

Duvara üzüntülü bir kadın resmi asmışlar. Bir sanatçının elinden çıktığı belli. Ancak bir muayenehanenin bekleme salonunda insan kuş, böcek, kelebek görse daha makul değil mi? İşte... Biz erkekler anlamıyoruz sanırım bu mevzuulardan.

Saat kaç oldu acaba? Neredeyse on dakikadır bekliyorum... Şu resim yerine bir saat assalar keşke duvara diyor insan... Ya da şu rafları mumla dolduracaklarına, bir kaç dergi koysalar bari.

Neyse, sanırım beni alacaklar. Hemşire geliyor. Oh! Çok şükür..."

Sedef:

"Saatlerdir bu odaya geleceğim anı bekliyorum. Önemli bir sorunu olmasa da insan doktora gidecekse titizleniyor. Bu yüzden erken çıktım galiba işten. Buraya gelirken de yolda dakika saydım üstelik. Sonunda  buradayım!

Bu, odaya ikinci gelişim. Bilerek biraz daha erken gelmek istedim sanırım. Camdan dışarısını seyretmek çok güzel... Bir doktor muayenehanesinden çok zevkle döşenmiş bir ev gibi bu oda. Üstelik manzaralı. Üstelik kar var...

En çok detayları hoşuma gidiyor. Sanki birisi sıcak bir ortam yaratmak istemiş. Mumlar, resimler, ortadaki sehpanın üzerinde kitaplar, dergiler var. İnsan sıkılmıyor. Ev gibi işte.

Neyse ki, benim doktoru görmeme daha zaman var.
Önce şu karşımda oturan adamı alacaklar.
Adam telaşlı ve sıkılgan duruyor.
Bir derdi olmalı...
Hasta mı acaba? Yazık. Genç de üstelik. Kılığı kıyafetine bakılırsa eğitimli bir adam. Acaba evli midir? Çok hasta olmalı. İnsan böyle bir odada bu kadar gerilebiliyorsa doktoru görünce alacak kötü bir haberi var demektir. Acaba çocuğu da var mıdır? Yazık... Hayat insanlara neler yaşatıyor... Üzüldüm şimdi...

Oda iyi güzel de, içinde hastalar olunca bir hüzün sarıyor etrafı. Şu duvardaki kadın da gelip geçenlerin hayatına üzülüyor olmalı.

Acaba doktor bana ne diyecek?
Hay Allah, huzursuzlandım..."

İç seslerin hikayenin devamında neler söylediğini duyamıyoruz.
Ama okuduklarımızdan anladığımız kadarıyla şunu hayal edebiliyoruz:

Okan muhtemelen işi bitince koşarak eve gidip en sevdiği diziyi dört bölüm üst üste seyretti. Belki eşi, belki sevgilisi, belki en yakın arkadaşı ona eşlik etti. Ya da kim bilir, belki yalnız olmayı tercih etti.

Sedef muhtemelen o gece uyumadı.
Kafasında odada gördüğü hasta adamın dramı, içinde bir ağırlık, sabahladı...

Ne oturduğun odada gözünün önündeki sehpayı, camdan görünen muhteşem manzarayı görmeyecek kadar kör,
Ne hayatında hiç görmediğin birinin olmayan dertlerini  aklından yaratacak ve tüm yüküyle satın alacak kadar hassas...

Her kim isek;

Maharet resmi olduğu şekli ve tüm güzellikleri ile görebilmekte.

Maharet resmi olmadığı kadar sıkıcı ya da olmadığı kadar hüzünlü görmemeye cesaret edebilmekte...

13 Ağustos 2010 Cuma

Vedalar

Bir filmin en güzel, en duygusal konuşmalarının geçtiği, müziğinin en şiddetle duyulduğu, yürekleri ya umut ya da acı ile son bir kez burktuğu sahnesi her zaman veda sahnesidir.

Dikkatle düşünürseniz en sıradan filmlerin bile sonunu öyle ya da böyle hatırladığınızı fark edersiniz. Sadece sonunu asla unutamadığınız filmleri bütünüyle zihninize hapsedersiniz...

"Gone With The Wind"de Scarlett O'hara'nın "Her yeni gün bir umuttur!" sözünü söyleyebilmek için her şeyini kaybetmesi gerektiğini fark ettiği son sahnesi,

"Selvi Boylum Al Yazmalım"ın sevmenin emek vermek olduğu hayat dersini zihinlere en acıklı şekilde nakşettiği son sahnesi,

"The Legends Of The Fall"da vahşi Tristan'ın vahşi bir ayı ile boğuşarak vahşice ölmeyi seçtiği son sahnesi,

"Love Story"deki Oliver'ın sevdiği kadını ölüme emanet ettikten hemen sonra en güzel anlarını yaşadıkları buz pateni pistinin kenarında sessizce oturduğu son sahnesi,

"Dr. Zhivago"da Yuri'nin Lara'yı son kez uzaktan gördüğü, ancak arkasından koşmaya kalbinin dayanamadığı kalpleri paramparça eden son sahnesi,

Martin Scorsese'nin tek dönem filmi olan "The Age Of Innocence"da Newland Archer'ın sevdiği kadının kendisinden kaçmak için yerleştiği Paris'te yaşadığı evin önüne seneler sonra bir sonbahar günü giderek, sadece pencelerindeki sarı ışığa bakmakla yetindiği, arkasını dönerek sessizce uzaklaştığı en gürültülü veda sahnesi,

ve daha niceleri...

Kim hiç veda etmeden yaşamıştır?
Kimse.

Çocukluğunuza veda edersiniz ilk önce,
Sonra çok sevdiğiniz ilkokul öğretmeninize,
İlk aşkınıza,
İlkleri yaşadığınız ilk evinize,
Belki bir gün başka bir şehre gitmeyi tercih ederek, ailenize,
Sevgilinize,
Zamanın elinizden aldığı sevdiklerinize..

En usta yönetmenler elleriyle yakaladıkları kitleleri omuzlarından sarsıp sallayacak kadar vurucu veda sahneleri hazırlıyorlar. Gören unutamasın diye... Unutulmamak kişinin kendisine vereceği en büyük tatmin olmalı.

Peki biz?

Kendi hayatımızın, kendi uzun metrajlı filmimizin yönetmeni olan biz, biz vedalarımızı sakınıp saklıyor muyuz kendi hışmımızdan?

En dik anlarımızda dost dediğimiz kişilerden kapıları vurup uzaklaşıyoruz.
O anlarda en sıradan kelimeleri en özensiz bileşimlerle yan yana sıralıyıveriyoruz.
İşleri zorlaştırmamak için içleri çirkinleştiriyoruz.
Susmak şimdilerde en erdemli veda yolu. Susmak, keskin ve kupkuru...
En sevdiğimiz kişileri "aramayarak" veda ediyoruz genellikle.
Aramamak sessiz bir saygı göstergesi...
Vedayı ne kadar görmezden gelirsek, o kadar pasifize ederiz çabası...
Bir bakmışsınız filminizin son sahnesinde salon boş,
Sizin filminiz kapkaranlık bir salonda yalnız kalmış!

İnsan neden kaçar:
Korktuğundan.

İnsan neden korkar:
En temel ve en içgüdüsel cevabıyla ölmekten.

Ölüm yaşamaya dayanabilmek için Tanrı tarafından her canlının içine istisnasız olarak damgalanmış bir korku yanılsaması.

Kimisi yaşarken ölmekten korkar, kimisi ölü olarak yaşamaktan.
Bu sebeple çok sevmek, çok kaybetmek riski taşıdığından göze alınmaz bir kumar olarak nitelenmiştir.
Bu sebeple kalpler kalkanlarla, duvarlarla çevrilmiştir.
Hep tek bir sebepten: bir gün veda etmeyi istememekten...

Ve en istemediğimiz şey en beklemediğimiz anda karşımıza geldiğinde olabildiğimiz en hazırlıksız şekilde heba ederiz o anları.
İşte, susarız, kestirip atarız, ya da öfkelenmişsek vurur kapıyı çıkarız.
Oysa tam o anda arkada müzikler çalıyor, kamera en mükemmel açısı ile üzerimizde, filmin afişi o sahneden yapılacak, tarih sizi o an ile yazacak. Tüm bunlardan kaçarız...

Sevdiğim bir yazar şöyle söylemiş:

"Vedalar canını sıkmasın.
Yine buluşabilmek için bir hoşçakal gereklidir.
Dostlar için anlar,
ya da ömürler sonra yine buluşmak,
kaçınılmazdır."

Bu yazı, mutlaka yeniden buluşacağım, kalbimin sevgi ressamları olan tüm dostlarıma...

Peki, ya yeniden buluşamayacaklarım...
Zamanı veda sahnelerine geri saramıyorum.
Ama sizlerin anısına şimdi zihnimde Bach'tan "Adagio"yu çalıyorum.

11 Ağustos 2010 Çarşamba

Özlem/Umut İlişkisi

Özlem kelimesinin Türkçe anlamı şudur:

"Bir kimseyi veya bir şeyi görme, kavuşma isteği, hasret, tahassür."

Bu tanımlamadan da anlaşılabileceği gibi, özlem geçmişe dair bir duygudur.
Geleceğe duyulan özlem için sanırım umut diyorlar.
Gelecekte olacaklara kavuşma arzusunu bu dört harfli mucizevi kelimede topluyorlar.

Benim gözlemim odur ki, geçmişe duyulan özlem ile geleceğe duyulan umut arasında bir ters denklem bulunuyor. Geçmişi ne kadar özlüyorsanız geleceğe o kadar az umut besliyorsunuz. Geleceğe ne kadar arzu ile bakıyorsanız geçmiş sizin zihninizde o kadar az yer işgal ediyor.

Tanrının mükemmel mühendislik bilgisine kendimi geçmiş/gelecek ilişkisi özelinde şöyle ince bir örnekle ikna ettim:

Tanrı insanı şekillendirirken gözlerini ileri bakacak şekilde yerleştirmiş vücuduna. Bununla birlikte ileri doğru yürürken çevresinde olup bitenleri görebilmesi, yolunu çevresel koşullara göre tayin edebilmesi için bir de boyun tasarlamış. Boyun sağa, sola dönebiliyor. Böylece beyin gözün gördükleri ile kalbin hissettiklerini harmanlayıp kişiye bir yol çizebiliyor. İleri doğru bir yol...

Ancak bedensel kabiliyetlerimize göre, yüzümüz ileri doğru dönükken tam arkada kalanları görmek mümkün değil. Boyun uçtan uca ancak 180 derecelik bir açıda hareket edebiliyor.

Arkayı, yani geçmişi görmek isterseniz -Tanrı bunu da mümkün kılmış- o vakit kendi etrafınızda tüm gövdenizle dönmeniz, ve yüzünüz arkaya gelecek şekilde yönünüzü değiştirmeniz gerekiyor. Yine de, insansınız, hem geçmişi görmek hem de ileri gitmek isteyebilirsiniz. Bunu yapmak da mümkün. Yüzünüz geçmişe dönükken geri geri adımlar atabilirsiniz. Ancak geri geri adımlar atarken arşınladığınız yolu görme şansınız olmadığı için küçücük bir taşa bile tuş olur, sonunda mutlaka düşersiniz...

İleri doğru koşmak mümkün. Yol ne denli dik, koşullar ne kadar sarp olursa olsun bir umut varsa içinizde, geleceğe bir özlem duyuyorsanız diğer deyişiyle, o zaman koşarsınız. Ancak geçmiş bir yara olarak kaldıysa kalbinizde, o zaman geleceği bir kenara iterek geri koşmayı kabullenmelisiniz. Geçmişe attığınız her bir adım, gelecekten iki adım uzaklaştırır sizi. Hem atabileceğiniz ancak atmadığınız gelecek adımı, hem geri doğru attığınız özlem adımı. Mesafe işte böyle artarak açılır. Duyguların tesirinde kaldığınız bir akşam yemeği, kendi kendinize efkarla içtiğiniz bir sigara, dolunayın altında, yanıbaşınızda dalga sesleri ile yudumladığınız bir kadeh içki... Ve bir bakmışsınız gelecek size karşı kıyıdan el sallıyor. Bir "Merhaba" da değil bu üstelik. Size hüzünle "Hoşça kal!" diyor...

Peki insan ne yapmalı?

Herhangi bir şeye özlem duymadan geçirdiğiniz bir tek gün bile yok değil mi?

Uzun süredir gitmediğiniz bir şehri,
Her dinleyişinizde sizi büyüleyen bir şarkıyı,
İştahla yediğiniz o en sevdiğiniz yemeği,
Satırlarının altını çizerek okuduğunuz o kitabı,
Size yıllardır yokmuş gibi gelen huzuru,
Zehrine razı olduğunuz heyecanı,
İçinizde bir hançer yarası olan o sesi,
Sıcaklığını unutmaya korktuğunuz bir çift eli,
Işık saçan gözleri, sarhoş eden sözleri,
Sevdiğiniz kişileri,
Sevdiğiniz kişiyi...

Bu özlemle ne yapacaksınız?

Ne ileri ne geri gitmenin zamanı durdurmakla eş değer olduğunu biliyorsanız ve zamanı durdurmanın ne yaparsanız yapın mümkün olmadığını, bu özlemle nasıl başa çıkacaksınız?

Tanrı bunun için de bir yetenek gizlemiş insanın içine.
Nefes veren, can veren, ciğer veren, kalp veren, göz veren, kulak veren, el veren, ayak veren Tanrı insanoğluna bir de "akıl" vermiş...

Şöyle düşünmüş olmalı:

"Kulum olur da bir gün eğer görür ve gördüğünü seçerse, kalbinin kapılarını seçtiğine açık ederse, ayakları ona doğru bir adım atar, ciğerleri seçtiğinin nefesi ile dolarsa ve tüm bunları sevgiyle kabul ederse o vakit ona tutsun diye el verdim... Tuttuğunu bırakmaması için ise irade verdim, akıl verdim. Artık kendi başının çaresine bakar!"

Özlediğiniz şey eğer bir şarkı ise, açarsınız kalbinizin arşivini, dinleyemeseniz de içinizden söyler, ıslığınızla eşlik edersiniz.
Özlediğiniz bir şehirse, ayaklarınız var, hiç paranız yoksa yürür, koşarak gidersiniz.
Özlediğiniz bir yemekse ve siz o yemeği pişireceklerin kalbini kazanmışsanız, bir akşam ansızın çalar kapılarını, "Açım" dersiniz...
Özlediğiniz bir ses ise, ertelemez, çok özleyecek kadar beklemez, bir özlem anında arayıverirsiniz.
Özlediğiniz bir kişi ise, ve siz onu özlemeyi "kalbinizin en derin köşelerindeki en büyük korku" olarak betimlemişseniz, tutarsınız elini, salıvermezsiniz. Yanınızdayken bile olsa özlüyorsanız, döner uzun uzun öpersiniz...

Evet bir ters denklem var özlem ile umut arasında. Ama işte tam da bu ters denklemde gizli "kıymet bilme" durumu. Özlemekten korkmasa insan, yokluğu, yoksunluğu tahayyül etmese, "bu yollar o olmadan ileri gitmez" demese, belki o zaman özlem duyacağı hiçbir şeyi, hiçkimsesi kalmamış olurdu kim bilir? Yalnızlık o zaman bir dakika bile kendini özletmeyecek kadar hakim olurdu zihinlere...

Tanrı içimize özlemi bilerek üflemiş olmalı.

Mahrum olmayı, sahip olmayı arzu etmek için var etmiş olmalı.

Gitmeyi dönmek için,
Ayrılığı kavuşmak için aşka eklemiş olmalı.

Tanrı özleme umudu, umuda özlemi çok ince bir beceri ile gizlemiş olmalı.

Gelin böyle inanalım...

10 Ağustos 2010 Salı

Araf

Ali dünyaya gönderildiğinde farklı güçleri vardı.

Daha doğru tanımıyla, onun güçleri elinin altındaydı.
Hepimizde olduğuna inanmak isteyeceğimiz güçler bunlar. Bir gün hayatı başka bir gözle görebilmeyi kim istemez? Kim geçmişi gelecekle öylesine kendinden emin olarak harmanlama arzusunu yüreğinde hissetmez? Hepimiz hissederiz, öyle değil mi?

Ali böyle yaşadı.
Belleğinde yer eden anı ve acıları, kalbinde hissettiği umut ve hayallerinden teselli buluyordu.
Bu umut ve hayaller onun için "bir gün şehrine gelmesini hevesle beklediği dört direkli bir yelkenli"den çok daha fazlasıydı. Ali yelkenliyi görebiliyor, bir gün hangi limana demirleyeceğini resmedebiliyordu. Tam tarihleri bilmemesi ise onun akan zaman içinde rahatça bir ileri bir geri sallanabilen ölümlülerden çok da uzaklaşmaması için bir teselliydi sanki. Başımıza gelecek olayları bilmek, ama hangi gün geleceklerini bilmemek en güzel denklem olmalı... İşte bu duyguyla her güne geleceğini bildiği yelkenlinin ümidi ile başlıyordu Ali. Ve bir gün o yelkenli yeni yolcuları, yolcularının valizinde yeni anıları ile yanaşıveriyordu hayatına. Bu hep böyle oldu Ali için...

Gel zaman git zaman Ali de ölümlülere uyuverdi.
Daha fazlasını istemek girdabına kaptırdı kendini.
Evet, geleceği görebiliyordu. Ama hayır, geleceğe şekil vermek isteğiyle başa çıkamıyordu.
Ve hatta çok cesaretini topladığı anlarda, zihnindeki "gelecek" bu hayat ile olan bağlarını vahşice kopartıp "gelecek hayatlar"ın peşinde yelelerini savurarak dört nala koşan bir vahşi at oluveriyordu.

Uzun ve uykusuz gecelerden birisinde Tanrı ile gizli bir anlaşmaya soyundu Ali.

"Ben bu dünyada olanları gördüm, görebileceklerim beni artık heyecanlandırmıyor. Sen beni zincirlerimden salarsan, bana yeni dünyaların kapılarını aralarsan sana söz veriyorum sıradan bir canlı olarak kendi belirsizliğim içinde sessizce ve herkes gibi akarak yaşacağım" dedi. "Seyahat etmek istiyorum, senin seyyahın olarak gör beni. Senin için gezeceğim. Sonra yine sana döneceğim." dedi. "Meğer bilmemek de güzelmiş." diye ekledi. "Senin labirentinde kaybolmak istiyorum, çöz beni."

Tanrı sessizce dinledi Ali'yi.
Tanrı dinler.
Her kulunu dinler.
Ve herşeyi bildiği için, herşeyi duyar.
Her cümlenin sonunu tamamlayacak olandır aslında. Ama yine de dinler kullarını. Ali'yi de sessizce dinledi.

"Bir şartla:" dedi.
"Bu hayatı terk etmeden, bu hayatın defterini kapatacaksın." "Defterindekileri dökmeden yeni bir defter açamazsın."

Ali şevkle kabul etti. O gece evinde oturduğu bordo renkli deri koltukta dört direkli yelkenlinin bu defa onu almaya geleceğini bilerek sessizce bekledi.
Kucağına en sevdiği kalemle şu notu yazdı: "Gidiyorum, mutlaka döneceğim."
Ve uzun bir uykuya daldı. Derin bir uyku...

Ali gözlerini açtığında kendini yeniden Tanrı ile karşı karşıya buldu.
"Ne kadar rahatım." diye düşündü.
"İnsan yaşarken burayı büyüsüyle başını döndürecek bir efsun bulutu olarak tahayyül ediyor." "Oysa burası evim gibi."

Tanrı düşünceleri duyar. Ali'nin düşüncelerinin susmasını bekledi.

Sonra konuştu:
"Araf'tasın. Sevapların ve günahların defterinde aynı büyüklükte görünüyorlar. Bu durumda defterin kapanamaz. Sen defterini kapatmadıkça sana yeni hayatlar bahşedemem. Önce hesaplaşmanı bitirmen gerek. Benim adaletimde Araf en büyük cezadır. Sen şimdi Araf'tasın."

Ali dehşetle sarsıldı.

Tanrı bu kez de Ali'nin dehşetinin susmasını bekledi.
"Seni sadece bir gün için geri göndereceğim. Defterini kapatmak için bir günün var. Ya bir sevap fazla, ya bir günah eksik olarak dön bana."

Devam etti:
"Araf'tan geçtiğini Araf Dağı'nın tam arkasından batan güneşin kızıl rengi müjdeleyecek sana." "Gözlerini o kızıl ateşle yakacağım." "Unutma ateş pervane için Aşk'tır. Günahkar için Ceza."

Son sözünü söyledi:
"Hangi ateşte yanacağının seçimini sana bıraktım."

Ali o gece uykusundan sessizce uyanıverdi. Hayatın nefesi Ali'nin yüzünü son bir kez, son bir gün için yalayıverdi. Kalbinin incecik tülden perdeleri bu nefesle son kez havalandı Ali'nin...

Gün ağarınca bir telaş kapladı her yanını. İnsanın sadece bir günü olsa, ve o günde bir büyük sevap kazanmak zorunluluğu, her şey ne kadar bulanık olurdu... İşte böyle bir dumanlı sabaha uyandı Ali.

Önce telefona uzandı eli. Annesini aradı. Onu ne çok sevdiğini söyledi. Hayatı ona hediye eden annesi ile uzun uzun sohbet etti.

Kardeşini arayamadı. Onun için küçük kız kardeşi her zaman bir zaaf olmuştur. Cesaretini konuşmak için toplayamadı. Ama ona elleriyle bir not yazdı.
"Sen giderken aklımda kalan tek şeysin. Gidiyorum, üzülme, mutlaka döneceğim."

Bilgisayarının başına oturdu. Tüm dostlarına tek cümlelik bir mektup yolladı. Mektubuna "Sizi çok sevdim." yazdı.

Sokağa attı kendini... Yürüyerek oradan oraya savruldu. "İnsan iyilik yapmam gerek telaşına düşünce, kendi yüreği ile arasına sentetik bir duvar örülüyormuş demek" diye düşündü. Yapmak istiyor, ama hesaplı geliyor düşünceleri. Yapamıyor...

Yeşil ışıkta karşıdan karşıya kolunda yaşlılarla geçti. Sıcakta su satan küçük çocuklarla sohbet etti. Bir sokak çocuğu ile yemek yedi. Ona hayatın ne kadar kıymetli olduğunu anlattı. Cebindeki tüm parasını çocuğa verdi. Parasını verdikten sonra kendisini daha da kötü hissetti. Çocuğun arkasından koştu. Verdiği parasının yanına bir de sevgisini ekledi. Uzun uzun sarıldı çocuğa...

Ama ne yapsa olmuyordu.
Tanrı'nın kızıl ışığını göremiyordu.

"Tabii ya!" dedi içinden. "Bir günde bunları yapıvermek bana ne kadar sakil geliyorsa O'na da o kadar cılız geliyordur."

Akşama doğru umudunu kaybetti Ali.
Araf'ta tutsak kalmıştı.
Üstelik artık yaşayacak bir ömrü de yoktu. Dönen günle birlikte onun da Araf'a dönmesi gerekecekti. Ne bu hayat ne de başka hayatlar yoktu artık onun için. O günlerini Araf'ta geçirecekti. Tanrı Araf için "en büyük ceza" demişti. Anlaşılan belirsizlik sadece canlılar için değil, ölüler için de tahammül edilmezdi...

Hüzün bastı gözlerini. Çok hüzünlendi.

Yavaş yavaş yürüyerek deniz kenarına geldi. Sessiz bir parkta, bir sessiz bir banka oturdu. Vakti daralmıştı. Çabalamaktan vazgeçti.

Düşünmeye başladı Ali. Otuzüç yıllık hayatını en başından başlayarak gözlerinin önüne getirdi. Çocukluğunu, ilk gençliğini düşündü. Hatırlayabildiği en ince ayrıntılara kadar, unutulmuş sahneleri geri getirdi zihninde. Kendini gönlünün terazisine en yalın ağırlığıyla bırakıverdi. Sevdiklerini, üzdüklerini, kazandıklarını, kaybettiklerini ve en sonunda vazgeçtiklerini düşündü. Hatıralarının sahiplerini, umutlarının pay kardeşlerini düşündü. Gönlünün dört direkli yelkenlerine doldurdu hepsini.
"Rüzgarım sizsiniz." dedi.
"Şimdi beni siz gezdireceksiniz..."

Tam o anda deniz dalgalandı. Boğaz'ın sakin sularında hırçın dalgalar...
Ufukta bir kırmızı çizgi gördü Ali.
Derken gökyüzü kızıl bir alev oldu. Gözbebeklerine kadar her yer kızıla döndü.
Ali'nin zihninideki martılar çığlık çığlığa uçmaya başladılar.
Tüm kiliselerin çanları çaldı kalbinde. Akşam karanlığında sabah ezanının ürpertici sesini duydu. Ali oldum olası en çok sabah ezanını seviyordu...

Gözlerini kapattı. Bekledi...

Tanrı "Geçtin." dedi.
"Kullarım kendiyle hesaplaşmadan yeni bir sayfa açamaz. Seni umutsuzluk kuyusundan kendi cesaretin çıkardı." "Defterini kapatıyorum. Araf Dağı'nın kızıl ateşinde Aşk'la yıkandın sen." "Seni azad ediyorum!"

Devam etti:
"Sen benden yeni bir hayat istedin. Sana istediğin hayatı bahşediyorum. Her kulum gibi sen de kaderini bilmeden yaşayacaksın. Bilinmezliğin heyecanına teslim olacaksın."

Son sözünü duydu Ali:
"Seç!"

Ali gözlerini açtı.
Bordo renkli deri koltuğunda uyandı.
Rahatladı...

Tanrı kullarının gönlünden geçeni kendilerinden önce sezer.

Bazen gönül bahçelerinde yollarını bilerek keser.

Bazen kuyular açar zihinlerine.
Bir gün, gerçekten istediklerinde, kuyularından çıkan serin suyu kanarak içsinler diye...

Önce kaybettirir, sonra buldurur.
Yeniden bulduklarında, bu defa değerini bilsinler diye...

8 Ağustos 2010 Pazar

Bilgelik Okyanusu'nda Tekne Turu...

Dalai Lama "Bilgelik Okyanusu" demekmiş.

Ben şimdi bu sözün içine gizlenmiş olan anlam pekişmesini düşündüm.
Bilgelik zaten derin, uçsuz, sonsuz bir kavramken, yanına okyanusu alarak, duyanların gönlünü şefkatli elleriyle bir anda yerin fersah fersah altına çeken bir girdap oluveriyor. Böyle bir kavram karşısında, altında yatan anlamları bilmeseniz de, bir teslimiyet duygusu ile örülüyor dört yanınız. Hani deniz kenarında dalgalarla oynarken çok büyük bir dalganın geldiğini görür, cüssenizin gelen dalgaya karşı durma ihtimali olmadığını küçük bir anda içselleştirir ve o büyük dalganın içine ancak nasıl teslim olmanız gerektiğini hesap edersiniz ya. Tam da böyle bir şey...

Gelin bilgelik okyanusunda küçük bir yelkenli ile gezelim şimdi.
Yüzeyinde olsak da, gücünü, serinliğini, berraklığını, eğer içine atlasaydık bizi nasıl sarıp dolduracağını, azıcık bir çabayla bizi nasıl yüzeyde tutacağını yelkenlimizin altına vuran küçük dalgalarda hissederiz belki...

Dalai Lama Tibet halkının ruhani liderlerine verdiği isimdir. Bir de gerçek isimleri var. En sonuncusunun ismi Tenzin Gyatso. Efsunlu ülke Tibet'in kuzeydoğusunda 6 Temmuz 1935'de onbir çocuklu bir ailenin altıncı çocuğu olarak doğdu. Fakir bir ailenin zengin, çok zengin çocuğu...

13. Dalai Lama ölmeden önce bir sonraki Dalai Lama'nın nerede ve hangi vücutta reenkarne olacağına ilişkin bir rüya görür. Rüyasını kurmay rahiplerine tasvir eder. Ölümünden sonra o çocuğu tüm ülkede arayarak bulmalarını vasiyet eder. Rahipler 13. Dalai Lama'nın ölümünden sonra bütün ülkeyi gezmeye koyulurlar. Köyleri dolaşırlar. Evlere girerler. Sonunda Tenzin Gyatso'nun evine ulaştıklarında rüyanın resmi ile karşı karşıya kalırlar. O vakit iki yaşında olan müstakbel Dalai Lama rahiplerin elindeki sihirli nesneyi tanır. Düşünsenize iki yaşında bir çocuk... Biz iki yaşındakilere çocuk bile demeyiz. Bebek deriz. Rahipler yeni Dalai Lama'ları karşısında saygıyla eğilirler. Onu dört yaşında Lhasa'ya, kendisine ait olacak bin odalı sarayına getirirler. Dört yaşına kadar beklemelerinin sebebi Dalai Lama da olsa bir çocuğun sevgiyi ancak ailesinden öğrenebileceği gerçeğini sessizce kabul ediyor olmalarından olsa gerek...

14. Dalai Lama yine ondört yaşında ülkenin tüm yönetimini resmen eline alana kadar bilgelik yolculuğunda sabırla yürür. Kitap okur, pek çok dil öğrenir. Bilgeliği doğumuyla kendisine bahşedilen bir olgu olarak görmediği kesin. Bilge olmak için emek verir. En çok sevmeyi, merhamet etmeyi öğrenmek için... İnsan yaşayacağı hayatta en yoğun olarak hangi güce gereksinim duyacağını hissedebiliyor olmalı. Dalai Lama'nın hayatı için "merhamet eden tarafta kalabilmek gerçekten zor olmalı" diyebiliriz.

İşgal edilen bir ülkenin lideri olmak, savaşacak silahınız, silah tutabilecek çok adamınız yoksa ve siz adamlarınıza yüzyıllardır savaşmanın dövüşmek olmadığını öğrettiyseniz, çok zor olmalı. Biz örneğin, son damlasına kadar ölmüş, öldürmüş ataların çocuklarıyız. İzmir'de düşmana ilk kurşunu sıkan Hasan Tahsin bizim ilkokul kitaplarımızın kahramanıdır. Dalai Lama ondört yaşında ülkesi işgal altına alındığında onbinlerce adamını, kardeşini, savaşmamayı seçerek kaybetmiştir. Onbinlerce sevgi şehidi... Ruhları şad olsun.

Yirmidört yaşında Himalayaların üzerinden günler süren sefil bir yolculukla Hindistan'a ulaşmıştır. Tibet için Tibet'ten kaçmak. Vazgeçmemek için vazgeçmek zorunda kalmak. Üstelik insani duygularla, zorunda kalmış olmanıza sebep olan kişi, fikir ve kaderinize küsmeden. Her gün aynı güçle inancınızı pekiştirerek. Biz olsak isyan ederdik. Değil mi?

Tam 51 yıldır sürgünde yaşıyor.
Tibet onun gönlünde bir sevda, bir dava, bir yara olmalı...
Davasını, özlemini, yarasını sevgi ile sarmıştır.
Sevgiden çok merhamet etmenin sihrine inanmıştır.

"Merhamet" sözü Türk Dil Kurumu'nun Büyük Türkçe Sözlüğü'nde şöyle açıklanıyor:

"Bir kimsenin veya bir başka canlının karşılaştığı kötü durumdan dolayı duyulan üzüntü, acıma."

Yani Dalai Lama içinden şöyle düşünüyor:

"Ey iktidar hırsı, güç takıntısı olan,
Ey hükümranlığın can almakla olabileceği yanılsamasına inanma cehaletinde boğulan,
Ey sevgi denizinin tuzunu derisinde hiç hissetmemiş,
Ey merhametin şehvetli sarhoşluğunu hiç tecrübe etmemiş,
Ey yüzmeyi sığ sularda çimmek olarak gören,
Ey para ile sevgiyi aynı denklemde çarpıp böldüren,
Ve bu kötü durumla karşı karşıya kaldığının ayırdında dahi olmayan canlılar;
Size acıyorum!"

Bunları böyle de söylememiştir üstelik. Ne de olsa acımak da bir burnu büyüklük duygusu barındırıyor içten içe. Ama ben onun yerine söyledim şimdi. Günahı boynuma...

Biz sabır ile tevekkülü en büyük erdem olarak öğrendik. Dinimiz, töremiz, ata sözlerimiz böyle söyledi. Başına bir kötülük gelirse, sabret. Kaderine sığın. Senin gücünün yetmediği noktada Yaradan'a sığın. Zamana teslim ol. Sabırla acın azalacak. Küllenecek...

Şimdi bu öğretinin aslında ne denli edilgen olduğunu düşünüyorum. Sabretmek eşittir kabul etmek. Tevekkül eşittir kaderine boyun eğmek. Bazen de bir şeyleri değiştirme yetinin olmadığı gerçeğini zihnine nakşetmek.

Oysa merhamet etmek öyle mi?

Merhamet, içinde bulunduğun duruma teslim olmaktan çok, başına gelen kötülüğe "bir gün büyüyecek, sığlığının farkına varacak ve mutlaka bir gün doğru yolu bulacak bir çocuk" gözüyle bakabilmekmiş. Çocuklara nasıl bakarız: anlayış, sabır, kendi kendilerine yetemeyeceklerini bilmenin verdiği gizli acıma duygusu ve sevgi ile. Dalai Lama da tam böyle bakıyor işte kötülüklere; Merhametle...

Dalai Lama 10 Aralık 1989'da barışçıl politikaları sebebiyle Nobel Barış Ödülü aldı.
Benim kalbimden ise kocaman, yeşil, huzurlu ve hafif rüzgarlı bir arsa. Zihnimden de büyük bir yük aldı. Üzüntülerime, üzüldüklerime merhamet edebilme yolunda bana büyük bir ışık yaktı...

Düşünsel, tensel, maddi veya ebedi manada "Aşk"ı tanımlamak için sadece bir kelimem olsa "Hayranlık" derdim.

Hayranlıkla anıyorum...

7 Ağustos 2010 Cumartesi

Falcı

Falcı'nın yanına girmeden önce bir on dakika kadar beklemişti Derin. Beklerken içinde meraktan çok hüzün hissetmişti. Hani insan kendisini her zaman alışık olduğundan bir kademe geri düşmüş hissettiğinde -bu geçen gün içtiğiniz İtalyan şarabı yerine şimdi biraz daha az iyisini içmek de olabilir- garip bir ayrı kalmışlık duygusunun içine düşer ya, işte öyle bir durum. "Eski mutlu günlerimde olsam, burada ne işim var" diye düşünmüştü herhalde. Kim bilir?
Hüznünü savdı. Ellerinin terlemesine yine de engel olamadı. Hani telkinler işe yarıyordu? Sürekli içinden "Mutsuz olacak bir şey yok. Korkacak bir şey yok" demesine rağmen su içinde kaldı elleri. Seneler sonra bir gün tesadüfen öğrenecekti bilinç altının negatif komut almadığını. O zamanlar bunu bilmiyordu. Ellerinin terlemesini kesmek istiyorsa "her şey iyi olacak" demesi yeterli geliyordu. Ama mesela ben o sıra Derin'in yanında olsam bu küçük gerçeği dahi söylemezdim ona. Dışarıdan bile bakınca Derin'in hayatında her şey iyi olacakmış gibi durmuyordu. Bazen de insanları mutsuzluklarıyla yüz yüze bırakmak gerekir. Birbirleriyle tanışsınlar, birbirlerine alışsınlar diye... Ne de olsa iki kadim dosttur onlar. Hayatın uzun yolunda pek çok kez karşılaşırlar. İnsanın mutsuzluğuyla da oturup bir çay içecek muhabbeti olmalı.

Derin son altı ay içerisinde üç büyük kayıp yaşamıştı. Önce bir sabah uyandığında diğer yarısına yapılan haksızlığa şahit olmuş, şok yaşamış, hayatın adaleti olabileceğine olan inancını kaybetmiş, ardından dünyada onun için güven ve adaleti simgeleyen insanı kaybetmiş ve en son ve en travmatik olanı Derin hayallerini kaybetmişti. Bir de (aslında) biraz sağlığını kaybetmişti. Midesinde yara bulmuştu doktorlar. Aynı gün Derin'e sigarayı yasakladılar.

Derin tüm bu karmaşanın içinde garip bir hafiflik hissiyatıyla sanki oradan oraya yürümüyor, koşmuyor ama esiyordu. Bugün de rüzgarla birlikte bu Falcı'ya gelmişti işte Derin.

Falcı az sonra yanına geldi. "Seni alayım" dedi. İnsan doğaüstü güçlerinin olduğuna inandığı insanların yanında pek itaatkar oluveriyor. Derin sessiz adımlarla takip etti.

Kadının yüzünü tarif edemez. Ama ellerini unutmuyor. Beyaz, kemikli, ince bilekli eller. Hayata dair onca şey bilmek ve söylemek için daha ağır bir kalıbın olması beklenir. Bu eller incecik...

Kartları karıştırdı, Derin'den bir kaç kez kartları kesmesini, sonra bilmem kaç tane kart seçerek yan yana dizmesini istedi.

"Kızım" diye başladı Falcı. Derin şaşırdı. En fazla bir kaç yaş büyüktür Falcı ondan.
"Bir yolculuğa çıkmışsın" dedi. Derin Londra'yı düşündü içinden. "Deniz aşırı bir yol görüyorum. Ama ulaşamamışsın. Senin yelkenlin kara göründükten sonra geri dönmüş. Sen bu adaya adım atamamışsın." Derin sustu. Köşesine çekildi.
"Yollar bazen bizim bilmediğimiz bir anda bitiverir. Senin de yolun bitmiş.Geri dön." dedi.
"Geri dönmek zordur" diye devam etti. "Geri dönmek için aynı yolu geri yürümen gerekir. Bak zor olan bu işte. Geri yürürken o yola bıraktığın izlerin hepsine şahit olacaksın. Dallara umutla bağladığın beyaz kumaş parçaları, gölgesinde oturup dinlendiğin ağaçlar, soğuk suyundan kana kana içtiğin aşk çeşmesi, gece izlediğin yıldızlar, sabah seni uyandıran kuş sesleri, yani kısaca anılarının hepsi orada. Sen şimdi hepsinin içinden elleri bağlı, acının utancı ile başını önüne eğmiş bir tutsak gibi geçeceksin. Ancak unutma ki böylelikle başladığın noktaya gelirsin. Ve ancak o noktaya geldiğinde ellerindeki bağlar çözülecek. Hani şu seni efsunuyla kör eden yol ayrımına. Sen kör olmuşsun kızım. Ama keşke gözün görmese, senin gönül gözün kör olmuş. Yazık..." dedi.

Sonra koltuğunun ucuna doğru hareketlenip Derin'in kulağına eğilerek "Senin gönül gözünü açacağım. Ama sen de benim söylediklerimi harfiyen yapacaksın" dedi.

"Her gece yatağa uykun gelmeden yirmi dakika önce girmeni istiyorum. O yirmi dakikada hatırlayabildiğin en eski zamanlardan bu yana senin için vazgeçilmez olan yirmi kişiyi düşüneceksin. Lütfen birisine çok takılıp kalma. Diğerlerine de zaman kalmalı. Önce kişiyi düşüneceksin, sonra yüzünü getireceksin gözlerinin önüne, sonra seni mutlu etmek için yaptıkları en büyük şey neydi onu hatırlayacaksın, sonra o kişinin sayfasını kapatacaksın. Diğer kişi ardından gelecek. Ve bu alıştırma tam bir ay sürecek. Senden her gece bunu yapmanı istiyorum. Kişilerin sırası, ismi yeri istediğin gibi aynı da kalabilir, değişebilir de. Özgürsün."

"Tam bir ay sonra bana gel" dedi. "Şimdi git".

Sonra sanırım tutamadı kendini, "Ama zor" dedi. Derin de, o da "zor"un neye atfen söylendiğini bildiler...

Derin ilk gece arkadaşlarının yanından erken kalktı. Evine gidip yatağına uzandığında çocukluğundan başlayarak alıştırmayı sonuna kadar getirdi. Alıştırmanın sonu hep aynı kişi ile bitiyordu. Özgür defterin son yaprağı oluyordu. Özgür, onun yüzü, onun  Derin için yaptığı en güzel şey. İlk günlerde alıştırma kolay oldu...

Bir hafta sonra defterden sayfalar kopmaya başladı. Mesela ilkokulda en samimi arkadaşı olan Gökçe düştü defterden. Derin onunla ilgili dördüncü güzel hatırasından sonra tıkanmıştı. Yok, hatırlamıyor! O vakit attı Gökçe'yi defterden. Alıştırmanın hızını kesemezdi. Falcı bir kişiye çok takılma demişti. Derin Falcı'nın her sözüne riayet etti...

Sonra sırasıyla ilk erkek arkadaşı, lisedeki sıra arkadaşı, neden çok sevdiğini bilmediği ilk müdürü düştüler defterden. Düşüşlerinin sebebi mutsuz anılar değildi. Mutlu anları çok birikmemişti demek ki...

Zaman dolup Derin'in zihin defteri Falcı'ya kontrole gitmeye hazırlandığında Derin bu defa elleri terlemeden dikildi o apartman kapısında.
Falcı da merak etmiş olmalı, Derin'i hiç bekletmeden aldı yanına.

"Anlat" dedi. "Defterinde kimler var?"
Derin saymaya başladı. "Annem, babam var. Ağabeyim, yengem, yeğenim var. Sanırım beş etti. Teyzem var. Kuzenim Selin var. Necla var. Didem var. Pınar var. Seyhan var. Sanırım onbir etti. Bir de Özgür var. Sanırım eksikleri tamamlayacak kadar Özgür var."

Falcı yüzüne gülümseyerek baktı.

"Kızım" dedi yine. "Bu defter senin anı defterin değil, bu defter senin yazı defterin. Alınyazısına inan kızım. İnsanlar hayatımıza öylesine girmiyorlar. Kader Allah'ın yazdığıdır. (Allah'tan bahsederken omuzlarını düşürmüş, sanki küçülmüştü Falcı.) İnsan kaderini reddedemez. Buna gücü yetmez. Madem bu defterde bu isimler var, sen de onları taşıyacaksın. Ama sırtında değil, kalbinde taşımayı bileceksin. Kim ki senin sırtına yük oluyor, onu oradan hemen kalbine indireceksin. İnsan sırtında taşıdığını sevemez kızım. Ama kaderini de reddedemez. Bu defterdekiler senin kaderin. Madem kala kala onlar kaldılar senin defterine yazı olarak, onları kalbine indir."

"İşte bu yüzden" dedi. "O yolu geri yürüyeceksin." "Yol ayrımına yeni baştan geldiğinde artık sırtında yük olmadan karar vereceksin." "Yine yanarım, yine aynı yola dalarım diyorsan kızım, o zaman Rabbim seni bu ateşte yanmaya yollamış der seni o yola uğurlarım. Ama unutma, aynı ateşte iki kere aynı şekilde yanamazsın. Derin hissizleşmiş olur, ikincisinde aşkından çok yanan canın olur." "Ah kızım, acımız neredeyse, canımız orada..."

Derin sarsıldı. İnsan böyle zamanlarda ya bir kaç umut, ya bir kaç umutsuzluk duymak istiyordu. Oysa Falcı ona sabır, tevekkül öneriyordu. Özgür'ü unutmamayı salık veriyordu. Sevmeyi, taşımayı ama bu yükü sırtında hissetmeden, sırtına yük yerine kalbine güç yaparak...

"Yapamam" dedi Derin.
O gece uyumadı.

6 Ağustos 2010 Cuma

I will (won't) survive!

Mekanların en hırçın şarkılarındandır "I will survive".
İlk melodisinin duyulması ile birlikte büyük bir "kırık kalpler yumağı" yapıverir çevresindekileri. Kim, nerede, kaç yaşında olursak olalım bir anda buluveririz kendimizi şarkının orta yerinde. Şimdi bu fazlasıyla komik geldi bana.

Neden mi?

Bu kırık kalpler klübüne üye olanlar öyle çeşitlidir ki. İşyerindeki astığı astık, kestiği kestik patronunuz, karşı komşunuzun çok sessiz görünen solgun kızı, en özgür ruhlular, kendini hayatı boyunca platonik aşklara mahkum etmiş melankolikler, yaşı 60'ı geçmiş teyzeniz, yaşı henüz 15'e gelmemiş yeğeniniz. Hepiniz bir melodi ile artık aynı derneğe üyesiniz: "Kalbi yapışmamışlar derneği". Komik...

İnsan Gloria Gaynor'un sesinden ve şarkısında söylediklerinden gözünde dünyayı tek kalemde yakmış geçmiş güçlü bir kadın tahayyül ediyor. Oysa yine aynı insan bir derdini unuttuğunda -ki unutmak nedir biliyorum- öyle haykırarak ilan etme gereksinimi duymaz dünyaya. Unutursun gider. Ne öfke, ne mutluluk... Unutmak sessiz bir duygudur.

Kim nerede, kime, neyi bir bağırış ile aktarıyorsa, bilin ki o durumla ilgili bir derdi var. Pazarda domates satan adamın domatesi satmakla ilgili, her gün aynı canlı cümlelerle ne kadar mutlu olduğunu etrafına anlatanın mutlu olmakla ilgili, gece bir barda yalnızlığın mutluluğunu gözlerini kapatarak haykıranın yalnız olmakla ilgili bir derdi var...

Eğer Gloria Gaynor esmer bir Türk kadını olsaydı, şarkı şunları söylerdi:

"Go on now go walk out the door (Don't go now, don't go)
just turn around now (Don't turn around now)
'cause you're not welcome anymore ('cause you're still welcome more and more)
weren't you the one who tried to hurt me with goodbye (you weren't the one who tried to hurt me with goodbye)
you think I'd crumble (you couldn't think I'd crumble)
you think I'd lay down and die (you couldn't think I'd lay down and die )
Oh no, not I (Oh no, not I)
I will survive (I won't survive)
as long as i know how to love (as long as I don't love you)
I know I will stay alive (I know I won't stay alive)
I've got all my life to live (I've got no more life to live)
I've got all my love to give (I've got no more love to give)
and I'll survive (I won't survive)
I will survive (I won't survive)

Komik değil mi? :)

Gloria Gaynor'u arkası kırmızı pullu bir perde ile bezenmiş yeşil ışıklı bir gazino sahnesinde, elinde altın mikrofonu, başını acıyla yana eğmiş, gözlerinde yaşlarla bu şarkıyı söylerken hayal ettim ben. Arabesk versiyonu bu olurdu herhalde bu şarkının.

Ama yüzlerce insanın aynı anda haykırarak öfke boşalttıkları, sözde unutmuşluklarına minnet duyup, aslında unutamamışlıklarına isyan ettikleri, duygularından bir yara topu yaparak eski aşklarının hayatına fırlattıkları versiyondan daha fazla arabesk değil... Hatta ne düşünüyorum biliyor musunuz? Belki bu tasvir daha arabesk değil, ama daha acıklı!

Aşk acısının pasaportu yok.
Her yerde aynı şey.
Gloria Gaynor Türk ve Amerikan versiyonlarında aynı duyguyu aktarmaktadır.
Her iki versiyonda da eski aşkının acısıyla kıvranmaktadır.

Tercihi size bırakıyorum.
Neşeli ya da hüzünlü bu yol yürünecekse yürünecek.
Siz şimdi toz kondurmayacaksınız acınıza. Şarkılar sadece "siz ve o" için varmış gibi düşüneceksiniz. Sonra bir gece, bir barda kafanızı çevirivereceksiniz yanınızdaki boylu poslu adama. Onun da sizinle aynı şeyi mırıldandığını fark edeceksiniz. Böyle olunca anlayacaksınız ki yalnız değilsiniz. Sizin prototip acınız da yaldızlarını döküverecek o anda. Kalabalığın içinde ilk kez o an eriyeceksiniz...

Benim tercihim ne mi? Ben şu sıra Gloria Gaynor'u Amerika'lı seviyorum. Sonrasına garanti yok! :)

Varmış

Sevdiğim bir yazar bir kitabında hayatım boyunca unutmadığım ve unutmak istemediğim şu satırları söyler:

"İnsan hayatının en acıklı zaman dilimi, kişinin kaderinin değiştiği an ile, kendisinin bunu öğrendiği an arasında geçen zaman dilimidir."

Gerçekten çok garip...

Bundan yıllar önce bir şeyi çok istedim.
Küçüktüm, annemlerle yaşıyorum.
Her gece en az bir saat dua mesaim var dileğim için. Yatağa erken giriyorum dua faslına soyunarak. Parmaklarımla sayıyorum, saya saya artık uykum geliyor, uyuyuveriyorum.
Ne zaman sonra anladım ki o efsunlu uykular ondan sonra yaşananların yanında yöresinde göreceğim en huzurlu zamanlarmış.

Dileğim tuttu.
Kahve fallarındaki gibi iki vakte kadar...
Tam iki aylık bir süreç sonunda havalara uçtum. Cildim parladı, rengim yerine geldi. İştahım öyle arttı ki, şimdi resimlerime bakıyorum, o dönem artı mutluluk artı kilo olarak dönmüş bana. Eskiler olsa sağlık fışkırıyor derledi böyle durumlarda. Ben yanakları toparlak bir kız çocuğu görüyorum.

Mutluluğa erdikten tam yedi ay sonra işlerim ters gitti. Üstelik benden tamamen bağımsız olarak... Edilgen bir terslik içine düştüm. Ve yine üstelik ben bu gerçekle yüzleştiğimde durumun üç aydır benden saklandığı gerçeğini gördüm. İşte tam bu dönemde başladı zamanda geri dönüşler.

Aslında ben geçen hafta arkadaşlarımla dışarıda eğlenirken de bu varmış.
Bir ay önce sinemaya gittiğimde de,
Ondan bir ay önce kendime yeni bir elbise alıp üstüne keyif kahvesi içtiğimde de varmış.
Dün annemle seyrettiğimiz dizinin içine gömülmüşken ben, meğer benim hayatım da başka bir senaryonun içinde akıp gidiyormuş.
Geçen Çarşamba günü sevgilimle gittiğimiz boğaz kıyısındaki yemek sırasında da mutsuzmuşum aslında.
Mutsuzluk bana gelmiş, sadece ben uyanana kadar zili çalmamış, kapıda beklemiş...

Şimdi de sorguluyorum bunu ara ara...
En mutsuz anlarınız aslında mutsuzlukla yüzleştiğiniz anlar değildir. Sonrasında kendinizi ne kadar zamandır kandırdığınız ortaya çıktığında yüzleşmek zorunda olduğunuz anlar, onlar en acıklılarıdır...

Şimdi elimde bir değnek olsa, insanların düşüncelerini görmek isterdim.
Çok kalabalık yazıları olan karikatürler olarak değil elbette. Öyle olsa sıkıcı olur. Ama mesela kafalarının üzerinde küçük balonlar olsa. Balonların da renkleri...

Örmeğin:

Kafasının üzerinde kırmızı balonu olanlar: Üç vakte kadar sizi heyecanlandıracak.
Turuncu balonla gezenler: Üç vakte kadar sizi sevindirecek.
Sarı balonu olanlar: Üç vakte kadar sizi arayacak.
Balonu mavi olanlar: Üç vakte kadar size hislerini anlatacak.
Mor balon sahipleri: Üç vakte kadar birlikte çok eğleneceksiniz.
Yeşil balonlular: Üç vakte kadar sizi ağlatacak.
Siyahlar: Üç vakte kadar bu kişi tarafından çok üzüleceksiniz...

O vakit bilirdik.
Sevenleri, heyecanlandıranları yanımıza alır,
Arayacakları, anlatacak sözleri olanları hevesle bekler,
Kalp kıracaklarla ağlatacaklardan çok uzağa giderdik.

Mekanizma bu:

Her şey bir plan dahilinde oluyor. Siz sadece o planın ne olduğunu ve sizin planın neresinde olduğunuzu bilmiyorsunuz.
Bu durumda diliniz yanana kadar, acınız sönene kadar, bir gün yine gülene kadar bu acıklı dönemi yaşıyorsunuz...
Ve bir gün kendiniz bile şaşırarak tekrar gülüyor, kendinizi gömleklerinizin kollarını hayata tekrar sıvarken buluyorsunuz.

Bu yazıya güzel sözü ile ilham veren, her satırına hükümran olan yazara...

Saygıyla...

5 Ağustos 2010 Perşembe

Durunca düşmek

Annem der ki, fırtına vadiden geçerken değil, ovaya çıktığında yıkarmış kökleri yüzlerce metrekareye yayılmış dev cüsseli enerji nakil hatlarını... Ard arda domino taşları givi devirir, yerle bir edermiş. Vadideki kayaları hırçın bir sevgiyle okşayıp geçen fırtına, düzlüğe çıktığı vakit her yeri tarumar eder kendi de bitiverirmiş...

Gelin buna durunca düşmek, durunca düşürmek diyelim.

Bir bebek doğduğunda doktorlar, dili olmayan, derdini söyleyemeyen, derdinin ne olduğunu bile bilmeyen, hatta kendisine dert yaratan aç midenin bile kendisine ait olduğundan haberdar olmayan bebeklerin tek ilacının rutinler olduğunu söylüyorlar.
Yani her gün aynı saatte emzir, emzirdikten sonra aynı hareketlerle gazını çıkart, mutlaka benzer zaman aralıklarında uykuya yatır, her gün aynı saatte suya sok, aynı saatte camdan dışarıyı seyretsin, aynı saatte birilerinin onunla oynayacağını bilsin.

Bir bebeğin saatin bile ne demek olduğunu öğrenmeye daha yılları olduğunu düşünürsek bu telkinler insana başta garip geliyor. Oysa çok basit. Böylelikle bebeğin güveni sezmesi, kendisi ile düzenli aralıklarla ilgilenileceğini hissetmesi hedefleniyor.

İş biz yetişkinlere geldiğinde ise şu açıklama yapılıyor:

Bu dünyanın beter taraflarına katlanmak istiyorsan rutinlerin olsun.
Canın sıkkın da olsa sabah 7'de kalk.
Oflana poflana da olsa traş ol.
Kadınsan "Bu saatte yüzümde makyajın ne işi var, daha yanağımdaki yastık izleri duruyor" demeden yüzünü boya.
Ortalama hızın 25 kilometreyi geçmese de bin bir araca işine yollan.
Kahvaltıyı geç de etsen, öğlen yemeğini atlama.
Akşam "Televizyonda seyredecek ne var ki" diye umutsuzlansan da koltuğuna kurul.
Sevgilin varsa akşam yatmadan konuş. Ya da yanındaysa mutlaka yataktaki yerinde onunla buluş.
Sevgilin yoksa illa ki düzenli hobilerin olsun.
Yatmadan uykun yoksa belki yarım saat kitap okursun.
Haftada iki gün mutlaka spor yap.
Ailene vakit ayır. Tercihen haftanın bir günü bir akşam yemeğinde...
Hafta sonları en az bir kez sosyalleşme ihtiyacını karşıla. Artık rüzgar nereden eserse.
Düzenli aralıklarla sarhoş ol.
Düzensizliğin bile mükerrer olsun.
Düzensizliğinin içinde bile mutlaka bir düzen oturtursun.

Yoksa, diyor doktorlar, biz yetişkinler bir gün bir bakmışız, dünya bir yana dönerken biz diğer tarafta düşmüş kalmışız.

Buna durunca düşmek demiştik değil mi?

Ben de kendi örneklerimi düşündüm hemen.

10 yaşında özel okul sınavlarına girmek için üzerimde bahis oynandı. Denek gibi sabah ders, öğlen dershane, akşam evimizdeki ders kitapları arasında döndüm.
11 yaşında neredeyse disiplin canavarının görünmez heykelini Atatürk büstünün yanına dikecek bir okula yazıldım. Hayatta biyoloji öğretmenimden korktuğum kadar kimseden korktuğumu bilmiyorum. Sözlüye kalktığımda yaşadığım şeye şimdilerde panik atak deniyor. Üstelik panik var ama atak yapmaya bile cesareti yok. Zavallı paniğin içinizdeki duvarlara vura vura kafası gözü yarılıyor...
18 yaşında üniversiteye girdim. Girmeden önce yaşadıklarımı ne siz sorun ne ben söyleyeyim.
22 yaşında mezun oldum. İlk işimin yine ilk gününde beni odaya çekip "Cehenneme hoşgeldin!" dediler.
Aynı sene cehennemde olduğuma ikna oldum. İlk hafta kendimi emekliliğime kaç gün, kaç saat, kaç dakikam kaldığını hesaplarken buldum.
33 yaşına kadar akıntıya karşı yüzdüm, rüzgara karşı koştum.

Bu arada iki büyük acı yaşadım.

İlk acımın yarasını kendi ellerimle sardım. Ama durmadım. Kabusumdan son sürat giden bir arabanın arka koltuğundan kafamı dışarı çıkarıp rüzgarı yüzüme çarptırarak uyandım.

Ancak tam hayatım düzlüğe çıktı dediğim anda ikinci acı geldi.
Bir yaz günü zaman durdu benim için.
Ben de o yaz günü duran zamanla birlikte durdum.
Düşüşüm işte tam o güne denk gelir...

Düştüm çünkü benim fırtınam da ovasına çıkmıştı artık. Dar vadilerde kayalarla savaşmış, yeşil çimenlerin büyüsüne kapılmıştı. Gözüne bir ağaç gölgesi kestirmiş, hayatın telaşından kaçıp o gölgede yıllarca huzurla uyumak için niyeti bozmuştu. Düştüm çünkü benim gözümde o ovada koşturma son bulmuş, dünya yer çekimsiz olmuştu. O ova barış ovasıydı. Silah yoktu, kalkan yoktu, ateş yoktu. Bu yüzden o yaz günü çıkan savaş benim ordum için kanlı oldu. Koşmaktan vazgeçip durmayı seçmiş savaşçılarım o ovada yumdular umuda gözlerini...

Diyeceğim o ki;

Koşmaya paha biçilemez...
Rutinler ise altın değerindedir.
Sabah kalkmak iyidir.
İşe gitmek, giderken aralarda sıkıcı reklamların olduğu bol konuşmalı, az eğlenceli radyo programlarını dinlemek sağlık doludur.
Öğlen olduğunda acıkıyorsanız, lütfen rejim yapıyorum diyerek geri durmayın bir büyük pizzayı mideye indirmekten. Öğlen yemeği saati öyle anlamlı ki...
Akşam yapacak işiniz mi yok? Derdiniz yoksa parti vermiş kadar eğleniyorsunuz, sadece farkında değilsiniz. Arkadaşlar varsa hemen bir bira açın, sıcakta iyi gider. Yalnızsanız bir pijama partisi yaşayan kalbinizle baş başa. Az sonra uykunuzun geleceğini bilmek mucizevidir.
Sevgiliniz sizi aramadı mı? Siz arayın gitsin. Her gece atılan sıradan "iyi geceler" mesajları inanın aşk dolular, tutku dolular.
Kitap okumak sıkıcı mı geliyor. Hemen kalkıyoruz yataktan, bir sigara yakıp camın önünde içiveriyoruz.
"Saat gece yarısını geçti, sabah nasıl kalkacağım?" diye düşünmeden boş boş televizyon seyrediyoruz.
"Daha yarın Çarşamba" demeyin sakın. Beter Çarşamba'lar var.
Hafta sonu gelsin diye beklemek ne demek, onu anlatmayacağım size. Çok kıymetli olduğunu biliyoruz. Benim için de uzun süre olduğu gibi Cumartesi sabahlarını çok seviyoruz...

Ama asla durmuyoruz.
Hayallere saf saf teslim olmuyoruz.
Kalkanları o kadar indirmiyoruz.
Hayat size camdan usta atışçıları ile ateş açtığında ancak koşuyorsanız kurtulma ihtimaliniz var, unutmayın.

Ne dedik? İnsan koşarsa değil, durursa düşüveriyor.

Dengede kalmak için koşmak gerekiyor.

Devam...

4 Ağustos 2010 Çarşamba

Dur! Eller havaya; Özgürsün...

Hakan 32 yaşında.
İyi bir ailenin, iyi bir muhitin, iyi imkanların çocuğu.
Güçlü düşünceleri, güçlü hisleri, güçlü bir bedeni var.

Hayatının her aşamasında kabul görür. Sevilmemek nedir sorsanız tarif edemez. Evde tek başına oturup arayacak kimse bulamadığı gün azdır. Kimse olmazsa eski kız arkadaşlarını arar sıkıldığında. İyi bir insan olduğu, hayatındaki kadınları her zaman insan yerine koyarak uzak tuttuğu için, onun bu davetleri ekseriyetle reddedilmez. Anlık sıkıntılarını da en kötü ihtimalle böyle geçiriverir Hakan.

Hayatının istifli bir dağınıklığı vardır. Kurallarla çerçevelenmiş bir düzensizlik. Evine giren insanlarla, aklına düşen kadınlarla ama en önemlisi doğduğu günden bu yana kendi aklıyla üzerinde anlaşılmış kurallar...

Hakan çok sevmez. Sevgi başka dünyalara, başka hayatlara saklanan bir hazine gibidir, ziyan edilmez. Bu kural öylesi bir dürüstlük ve derinlikle paylaşılır ki, duyan isyan edemez. Neredeyse teşekkür edersiniz Hakan'a. Neredeyse ne kadar az tutku yaşatırsa size, takip eden hayatta o kadar çok kesişecekmişsiniz gibi hissedersiniz. İşte böyle bir karmaşada Hakan'ı çok seversiniz...

Bununla birlikte bir görev gibi herkesi aynı anda, kendisini aynı anda paralel mekanlarda mutlu etmek için koşar, yorulur. Haksızlık yapana da, haksızlığa uğrayana da yer vardır kalbinde. Kimseyi yargılamaz. Yargılamak bir gün yargılanmak hakkını doğuracağından, sonsuz anlayış görür çevresindekiler ondan. En büyük eşitsizliğin mutlak eşitlik olduğu gerçeğini bin kere söyleseniz, anlamaz Hakan...

Hakan eğlenir. Çok da güzel eğlendirir. Her şeyi konuşur, her yola çıkarsınız onunla. Parasının hesabını bilir, dostlukta hesap tutmaz. Keyif kimi zaman içmek dans etmektir, kimi zaman iki karşılıklı koltukta felsefe yapmak. Çağırırsanız yarım saat sürmez gelmesi. Bununla birlikte ne yaparsanız yapın, ancak onun inisiyatifindedir olduğu yerden estiği anda kalkıp gitmesi.

Buraya kadar Hakan mutlu...

Ama dün benim evimde farklıydı.

Kaçıncı kez benzerini dinlediğimi bilmediğim, başrolü hep kendisi, yardımcı kadın oyuncuları her zaman bir başkası olan hikayelerinden birisini anlatırken bana, hikayenin tam orta yerinde duruverdi aniden.
İkimiz de sessizlikte aynı şeyi düşündük.
Sonra ben başladım, o sustu.
Hakan'ı anlattım ona başkasını anlatır gibi.
Hakan'ın değişmemekle ilgili prensiplerini, prensipleri ile ilgili yanılsamalarını, yanılsamalarının "bunlar benim vazgeçilmezim" dediği değerlere yansımalarını, vazgeçilmezlerinin gün be gün azaldığını, hayatının hep aynı düzensiz rutin içinde kısıtlandığını anlattım.

Gözlerinde bir çocuğun kanepeyi boya kalemleriyle kirlettiği andaki suçluluk duygusu ile kendi hayatının renklerini başkalarının resimlerine nasıl bulaştırdığını anlattı.
"Ama özgür ruhluyum ben" dedi. "Değişemem. Çok zor. Zaman alır. Sabredemem."

Düşündüm...

Erkek ya da kadın, kişilerin kendi kendilerini "özgürlük" dedikleri şeyin altına yine kendilerinden yabancılaşmak pahasına nasıl tutsak ettiklerini düşündüm.

Tutsak olmak edilgendir oysa. Bir gün birisi sizi ellerinizden bağlar. Bir odaya koyar. Sevdikleriniz dışarıda, siz içeride, belki işlediğiniz belki işlemediğiniz bir suçun belkisi olmayan cezasını çekersiniz. Kapı kilitlidir. Kilidin açılacağı zaman bir başkasının kontrolündedir.  Dışarı çıktığınızda sizi kimlerin beklediğini bilmezsiniz. Tam da böyle zamanlar için biriktirmiş olduğunuz sabır sözleri dışında bir söz söyleyemezsiniz. Tutsaklık kötüdür. Yaşayana verilecek en kötü ceza.

Oysa bu "özgürlüğüne tutsak olma" durumunda etken olan tamamen kişinin kendi zihni değil mi?

"Özgürüm o halde her şeyi, ya da herhangi bir şeyi, her hangi bir zamanda, sadece benim seçeceğim mekanlarda, sonuçlarına sadece benim katlanacağımı bilerek -ne de olsa yalnızım ben- bir mermi hızı, bir ok kararlılığı, bir bıçak keskinliği ile yaparım."

Oysa özgürlük bazen aynı şeyi yaparak mutlu olduğun gerçeğinden kaçmayacak cesareti şevkle beslemek, büyütmektir.

Özgürlük kim olduğumuz gerçeği ile yüzleşebilmektir. Kimliğimizin gereksinimlerine alan açabilmektir.

Özgürce risk alabilmektir.

Özgürce sevebilmektir.

Özgürce değişebilmektir.

Özgürce özgürlük tanıyabilmek, özgürlüğü sadece kendi ehliyetimizde sanmaktan vazgeçebilmektir.

Özgürlük öyle ya da böyle ama mutlaka kalple, sevgiyle seçim yapabilmektir.

Seçimleri salt içgüdüler ile yapmaya özgürlük değil, belki toyluk ya da çok iyi ihtimalle "gençlik" denir...

Düşündüm. Düşündüm. Düşündüm...
Asrın hastalığı bu.
Üzüldüm.

2 Ağustos 2010 Pazartesi

Yaprak

Dün, bir yerden bir diğerine yetişirken aniden bir gerçeğe çarptım.


Dünden sadece bu gerçekle buluştuğum o bir saniyelik an kaldı aklımda.

Dün, haftanın altıncı yorucu günü... Sabah başucumdan ayıramadığım telefonumun saatiyle uyandım. Evde kahvaltı edemedim. İş yerine vardığımda toplantının başlama saatine dakikalar kalmıştı. Koşarak toplantı odasına gittim. Çok kısa bir süre önce başladığım yeni işimin ilk önemli toplantısında uzun ve derin cümleler kurdum. Cümlelere “biz” diye başladım. Bir binadan diğerine koşarken aceleden üstüme paltomu almadığımı soğuk içime işleyince anladım. Yeni tanıştığım kişilere meraklı bir güleryüzle “merhaba” dedim. O günden en çok istediğim şey o kişilerle tanışmakmışçasına şevkle ve iştahla sohbet ettim çevremdekilerle. Saatlere ve süreçlere riayet ettim. Öğlen yemeği yemediğimi midemin ince bulantısı hatırlattı bana. Sevgilimden gelen mesajı yaklaşık bir saat sonra okuyabildim. Okuduktan ancak yarım saat sonra bir kelimelik bir cevap gönderebildim.

İşte böylesi bir koşturmaca anında, gerçek kusursuz bir kurgu ile çıkıverdi karşıma.

Öyle bir an ki, bir yerden bir diğerine artık sona gelmiş olmanın rehaveti ile yavaşça yürürken o gün için ilk defa yalnızım, ortamda tek ses yok, baktığım camdan sadece onu görüyorum, ne bir insan, ne bir ağaç, ne bir kuş ve o da kendini öyle aheste hareketlerle gösteriyor ki, karşılaşma anı sanki hem benim hem onun yanından, iki tarafından da elimizle çekiyormuşuzcasına uzuyor, uzuyor...

Gerçek ve ben böyle bir günde, işte böyle büyülü bir anda karşılaştık.

Gerçek, rengi sarıdan kahverengiye dönmüş, her bir sivri ucu ayrı taraflara doğru bükülmüş, ömrünün sonuna geldiği genişliğinden de belli olabilecek bir yaprak olarak çıktı karşıma. Ben bir sınıftan diğerine elimde kağıtlar, kalemler, aklımda bir sonraki toplantının nasıl geçeceğine dair sorular ve endişeler ile yürürken, bir ses, bir anlık bir rahatlama umudu ile, “Camdan dışarı bak!” dedi. O anda gördüm dalına veda etmiş, yavaş ve oyuncu taklalarla, neredeyse gülerek eğlenerek yere düşen yaprağı. Bir yaprak olsan, ancak bu kadar kitabına uygun konarsın yere.

Bakakaldım.

Şunu düşündüm:

Bu yaprak az önce dalını son kez öptü. Nice baharlar, kışlar, derisini çatlatan sıcak yazlar gördüğü, yüzlerce arkadaş edindiği, can bulduğu, can verdiği dalına şu anda veda etti. Son kez rüzgarı aldı gövdesinin altına... Biraz sonra yere değdiğinde yerdeki diğer ölü yaprakların arasına karışacak. Belki kendisini uzak bir yerde gelişigüzel bir rüzgar tarafından sürüklenmiş olarak bulacak, belki bir görevlinin gazabına uğrayacak, bunlar belirsiz... Belli olan tek şey yaprağın dalından ayrıldığı, bir yaprağın o an itibariyle kapandığı...

Kendimi düşündüm. Korkularımı...

Ben acaba hangi gün, kimin yanında, kaç yaşındayken, aklımdakilerin ne kadarını yapmış, ne kadarını içime katmış olarak veda edeceğim hayata? Acaba son anım nasıl olacak, son yolculuğuma kimler beni nerede uğurlayacak? Uyumak gibi bir şey mi olacak bu son? Peki sevdiklerim, onları nerede tekrar görürüm? Tekrar görürüm değil mi? Yeni bir başlangıç olur diyorduk. Hem de daha kolayı, daha ödüllü, daha güvenli, daha az sürprizlisi...

İşte tam o anda, kendi aczim karşısında dehşete düştüm.

Yaprağın son taklaları geldi aklıma. Son yürüyüşünü nasıl bir ciddiyet ve metanetle, nasıl bir özen ve aynı zamanda kabullenişle tamamladığı geldi. Yalnızlığı, belirsizliği nasıl bir cesaretle kucakladığı geldi. Biriktirdiği tüm maharetlerini son yürüyüşünde nasıl bir hevesle ve neşeyle sergilediği geldi.

Dünden hepimize bir ders var:

Güç ağacın gövdesinde, yüzyıllar boyu bıkmaksızın genişleyen ve derinleşen köklerinde, boyunda, dallarının kalınlığında değilmiş.

Güç, geldiği gibi yaşamayı, süresi dolunca en zor vedayı dahi sevgi ve neşeyle kucaklamayı bilen, ıslığıyla ağaca ses, gölgesiyle altında uyuyanlara huzur veren, rüzgarın oyun, böceğin can arkadaşı, ince, narin, kırılgan yapraktaymış.

Şems-i Tebrizi Mevlana’ya bir gün şunu söyler:
“Aşk deryasında teslimiyet yelkeni açmadan yol alınmaz.”

Hayata bir yaprak gibi güçle teslim olabilmeyi diliyorum.
Hem kendim, hem sevdiğim, hem tüm sevdiklerim için...

18/01/2010

Suskun

Geçen yazdı.

Aşk'ı okudum.

Son sayfalarını Çeşme'de akşam üzeri güneş batarken... Kaldığım otelin yemyeşil bahçesinde bir divanın üzerinde bağdaş kurarak. Sadece esintiden ılınmış çayımı dökmeden dengede tutmaya çalışmanın telaşını yaşayarak.
Yani işte kısaca, çok mutlu olarak.

Sonra yazdım. Seçtiğim bazı kelimeler Elif Şafak'ın kitabında uzun uzun anlattığı kelimeler. Kelimelerimi kitaptan, duygularımı ise benden, kalbimden seçtim.

Yazdığınız şiirlerde, okuduğunuz kitaplarda, dinlediğiniz şarkılarda hep en sevdiğiniz bir satır vardır.
Bir şarkıyı, bazen sadece bir cümleyi tekrar tekrar duymak için dinlersiniz.
Bir mektubu o cümleye gelmek için acele ederek yeni baştan okursunuz.
Bir anı tekrar yaşamak için gözlerinizi kapatıp üstüne yaşananları silersiniz.
Bir hayatı bazen o an üzerine inşa edersiniz...

Ben bu şiirde en çok "bu uğurda yatmak gerek"i okurken düşünüyorum.
Bir şey uğruna yatmak nedir biliyorum.
Üstelik bu yatış kulağa geldiği gibi eziyetle olmadan. Fedakarlık gerektirmeden. Her yatışta bir yeniden doğuş olacağını bilerek, her uyanışta bir sonraki uykuyu, bir sonraki tutkuyu bekleyerek. Her yatışta o uğurda kendini yeniden var ederek...

Şimdi buraya da koydum.

Bütün suskunlar için, Aşk için...

Suskun

Suskun olmak icin bazen,
Kelimeyi yutmak,
Kederi unutmak,
Yarayı uyutmak gerek...

Aşk ile dönmek için,
Hamurdan kaygıyı,
Kelamdan yargıyı,
Atmak gerek...

Gönül dipsiz bir kuyu mu?
Erdem dervişin huyu mu?
İnsan oğlunun dergahı,
Sevgi deryalarının,
Umut menbalarının,
Usulca akan suyu mu?

Bu uğurda yatmak gerek...

Dünyayı mesken belleyen,
Umuda gölge eyleyen,
Aşkin bedbin defterini,
Yeni baştan yazmak gerek...

1 Ağustos 2010 Pazar

En/Son

Uzun zamandır en sevdiğim yemeği düşünüyorum.
En sevdiğim film, en sevdiğim kitap.
En çok güldüğüm an. En uzun uyuduğum uyku.
Söylediğim en güzel söz.
Midemin en bulandığı zaman. Bu bulantının en uzun sürdüğü heyecan...

Ben hamurlu yemekleri severim. Mantı severim, makarna severim, börek severim. Acıkınca telaşlanmayı, çok acıktım diye hayıflanmayı severim. Yemeğin acısı dilimi yakınca üstüne bir bardak su içmeyi, su içerken acının yavaşça geçtiğini hissetmeyi, acısı geçince "oh geçti" diyerek sevinmeyi, yanımdakileri çocukça sevindirmeyi severim. Gece çok acıkırsam midem bulanır, işte o zaman bir dilim ekmeğin kenarını yemeyi severim. Ama ekmek getirsin diye uyandırdığım kişinin uykulu gözlerindeki sitemkar sevgiyi bundan daha çok severim. Sofra severim, düzen severim, sevgiyi yemeklere karışan en güzel baharat diye bilirim.

Peki benim açlığıma ne oldu?

En sevdiğim filmleri üst üste izlemeyi severim ben. Kendimi kahramanlarla karıştırmayı, hayatımı onlarla yarıştırmayı severim. Günlerce evden çıkmadan film seyretmeyi, seyrederken dışarıdan yemek söylemeyi, ara vermemek için altına tabak koymadan paketten yemeyi severim. Çay içmeyi severim ince bardaktan. Çay getirmeyi severim sevdiğim kişilere. Aynı koltukta iki kişi başka dünyalara yolculuk etmeyi severim film izlerken. O dünyadan kazayla çarpışan ellerimizle anlık olarak geri gelmeyi severim. İşte böyle böyle zaman öldürmeyi severim.

Neden film seyredemiyorum?

En çok güldüğüm anlar en ani olanlardır hep. Bazen neden güldüğümü bile bilmeden. Uzun uzun, midem ağrıyarak. Yanımdakileri kızdırarak. Çok komik şeylere gülmem, çok ani şeyler daha komiktir.

Peki aniden olan bunca şey varken şimdi, neden gülemiyorum?

Söylediğim sözleri unutmam. Ama sözlerimin etkisini hiç unutmam. Bazen çok seçerim kelimelerimi, bazen sokakta yürürken haykırırım kendim bile şaşırarak. Çok mutluysam çok konuşurum, çok kızgınsam çok söylenirim, çok heyecanlanmışsam kelimelerin sırasını karıştırırım ama bırakmam gücünü elimden kelimelerin. Ben konuşurken dinlerse sevdiklerim gönülden, çok sevinirim.

Kelimelerim neden bitti?

Heyecan benim için Cumartesi sabahlarıdır. Sabahları hep çok heyecanlı bulurum. Uzun bir geceden daha heyecanlı, daha doğurgan. Sabah uyanıp telefonunda bulduğun bir "günaydın" mesajından daha güzel ne olabilir? Akşam gideceğin bir yemeği düşünerek sevinmek için daha saatler vardır. Ya da bir telefon beklemek için mesela, sevdiğin bir ses duymak için umut vardır sabahlarda. En sevmediğin sınavın o günse, biteceğini bilmenin heyecanı sabahtan başlar. Çok istediğin bir giysiyi giymek için, çok sevdiğin bir müziği arabada işe giderken dinlemek için, yaşamak için ümit doludur sabahlar. Heyecan doludur, fırsat doludur.

O zaman neden sabahları uyanamıyorum?

Düşüncelerimin arkasında Ezgi'nin Günlüğü çalıyor. Orada da şair "Bak çayım, sigaram, herşeyim tamam!" diyerek kendi eksikliğine sitem ediyor.

1+1 1 yaparmış...
Ama 1-1'de değişen bir şey yok.
O hala sıfır.

O halde şimdi sıfırdan başlamalı. Sadece 1 olabilmek için yeniden.
Yeniden acıkmak için.
Yeniden sabah kahvaltısı hazırlamak için.
Yeniden dingin bir heyecanla güne başlamak için.
Yeniden yanılmak, yeniden yanmak için. Yeniden hayata dayanmak için...
Yeniden kitaplardaki sahneleri gözümde gri bir perde olmadan canlandırmak için.
Salıncaktan görünen manzaranın renklerine inanmak için.
Bir derin nefes almak, alırken sadece nefesle dolmak için.
Yeniden aynı fikre inanmak için.
Yeniden özlemek,
Yeniden hatırlamak,
Yeniden hatırlanmak için...

Aslında

Aslında kelimesinin tehlikesini düşündünüz mü?

"Aslında"larla başlayan cümlelerin bilinçaltınıza etkisini, bilinçaltınızın gerçekleri saklayabilme konusundaki becerisini, içinizdeki hayalperestin varoluş sebebini "aslında"lı düşüncelerinizden aldığını...

Ben şimdi düşünüyorum.

Oysa gerçek çıplak olduğunda, bu cesareti bulduğunda, "aslında"ya gerek olmaksızın yaşayabilir. Bir dayanağı olmadan, kendi gibi, neyse o şekilde varolabilir. Gerçek sandığımız gerçek değilse "aslında" ile bütünleşir. Miş gibi yapar. Ta ki, uçurumun kenarından atlamanız gerektiği gün "aslında" kuş olmadığınızı, kuş gibi kanatlarınız olmadığını anlayana kadar saklar kendini. Siz de inanırsınız buna. Sonra anlarsınız "aslında" kuş olmadığınızı. Şanslıysanız uçurumun kenarında bir ağaç gövdesine takılır zihniniz, daha şanslıysanız uçurumun dibindesinizdir. Dibinde olmak, ortasında ne düşmek ne düşmemek arasında "aslında" yaşıyormuş gibi yapmaktan iyidir...

"Aslında" 33 yaşındayım. Ne çok genç, ne çok yaşlı. Kül olmak için genç, küllerimden doğmak için yaşlı.
"Aslında" akıllıyım. Kendimi kandırmayacak kadar akıllı, aklıma söz geçiremeyecek kadar akılsız...
"Aslında" biliyorum ki sevgi beni ben yapıyor. Ama biliyorum ki sevgi için sevgili gerekiyor. Sevgili için sizi seven bir kalp...
"Aslında" her zaman bir başka mutluluk var. Ama  bir başka mutluluk biliyorum ki bir başka mutluluk olacak. Bu mutluluk değil. O zaman bu mutluluğu unutmak gerekecek. Unutmak için unutulmak... Unutulmak acı getirecek.
"Aslında" ihtimaller var. Kapılar kapansa da, anahtarlar var. Duvarları devirecek rüzgarlar, rüzgarları dindirecek limanlar var. Ama limana girmek için dümen, dümenin başında kaptan, kaptanın zihninde limana giden rota ve rotada siz yoksanız ihtimallerde fırtınalı denizlerde kalmak da var...
"Aslında" istenmeden söylenen sözler var. Ama sözleri kendi ağzından çıkarken bile olsa duyan bir kalp, kalbinin sesini dinleyen bir kahraman, kahramanlığı can almak olarak tanımlamayan bir savaşçı yoksa, o zaman o sözlerden geriye kalan acılar var...
"Aslında" anlar var. Büyüsüyle uyuşturan, iştah veren, ışık veren, güç veren... Ama o anları unutan kalpler de var. Ve sonra o anların özlemiyle geçen çok uzun zamanlar var...
"Aslında" yaşamak var. Acıkmak, susamak, yorulmak, uyumak, şarkı söylemek, ıslık çalmak kadar canlı... Ve yaşamak var canlı olduğun için sadece...

Ben "aslında"lardan şikayetçiyim.
Şikayetim kendime.
"Aslında"nın arkasına saklanmayı seçen derinlerdeki korkularıma şikayetim.
Ama korkularımın yüzünü kara çıkarmayan gerçeklere de sitemim var.
"Aslında" gerçek olanları görmeye cesaret edemeyen yüreklere de...
Yürekleri matematik problemlerine benzeten, iki ile ikiyi her zaman dörde tamamlayan zihinlere de.
Zihinlerdeki izleri silme yükünü daracık omuzlara bırakıp giden, giderken aldıklarını geri vermeyi unutanlara da.
Sevgiyi ancak mahrum kaldığında fark eden,
Yoksunluğu anlamak için yoksul bıraktığını fark edemeyenlere de.

Bu yüzden "aslında" geçerse cümlelerinizin içinde, hemen dönüp "aslında"yı çıkartıp cümleyi olumsuza dönüştürmenizi ve bunu göğüslemeye hemen o anda cesaret edebilmenizi dilerim.

Mesela;

"Aslında beni çok seviyor ama bağlanmaktan korkuyor."

yerine,

"Beni seviyor olsa bağlanmaktan korkmazdı."

gibi...

Bu alıştırmayı sıklıkla yapmanızı tavsiye ederim.

Yoksa bir bakmışsınız, uçurumun ortasında bir ağaç dalına takılmış, "aslında" yaşıyorsunuz.