30 Eylül 2010 Perşembe

Bir Cümle

Hayat Derin için, boyu bir karıştan kısa, eni gökyüzünden geniş, her bakıldığında farklı yüzlerini seçtiren, ancak dikkatle ve odaklanarak bakılırsa en güzel hallerini gösteren, gösterdiklerine giden yol karanlık bir tünelden geçen, tünelin sonunda neler göstereceğini her defasında en baştan merak ettiren, ışığı her bakışında yeni mucizeler üretirken, ışıksız kalınca bütün işlevini yitiren, mutlaka herkesin bir kere büyüsüne kapıldığı, o büyüyle tekrar tekrar döndürüp başka mucizeler yakaladığı, oyun oynatan, oynatırken derindeki çocuklara yer açan, pahada hafif, heyecanda ağır, herkesin adını bilmediği, bilmeyenlere Derin'in uzun uzun anlatmayı sevdiği, sevdiklerine sevincini hediye ettiği, gökkuşağı renginde, çiçek renginde, umut renginde bir kaleydoskop gibiydi...

24 Eylül 2010 Cuma

Düş

"Mevla’m gül diyerek iki göz vermiş,
Bilmem ağlasam mı, ağlamasam mı?..
Dura dura bir sel oldum erenler,
Bilmem çağlasam mı, çağlamasam mı?..”

Âşık Mahsuni Şerif

Derin günlerden bir perşembe, günün içinde saklı zamanlardan bir gece, bir düşe yattı.

Her zamankinin tersine, bu defa hiç düşünmeden kendisini düşünün derinlerine bıraktı.
Kalbinin kanatlarına usul usul üfledi hüzünlerini. Yelkenlerini düşünün lacivert denizine fora etti. Düşünün içinde kısa, çok kısa bir yolculuğa adım attı.

Öyle bir yol ki, ulu kavakların serininde, yaprakların ıslık sesleriyle yarışan kuşlar var.
Kırlangıçlar var kavakların gövdesine yuva yapan.
Kumrular var kavakların dallarında öpüşen.
Yıldızlar var bastığı çimenlerde. Yıldızlar elle tutuluyor bu düşte. Elleriyle tuttu yıldızları Derin de. Ceplerine doldurdu, cepleri ışık doldu. Işık, gecenin içinde kalbinin mumlarını yaktı. Kalbi alev aldı, kalbi yandı, kalbi tutuştu...

Oysa karanlıktan korkar Derin.

Karanlık kâbusların mayasıdır. Belirsizliklerin, endişelerin anasıdır.
Düşteki gecenin karanlığı yumuşacıktı gel görelim...
Rüzgârı ılıktı. Boynundan başlayıp dudaklarında biten bir rüzgâr. Rüzgârın sanki parmakları var. Dokunduğu yeri yakan parmaklar. Üşütmeyen, ısıtan parmakları olan bir rüzgâr...

Düşünde yürüdü Derin.
Derininde yürüdü hislerinin.

Efsunlu bir düştü bu. Efsunu cebindeki yıldızlara bağladı. Yıldızlar yemyeşil iki göz oldular ellerinde. Derin o gözlerin büyüsüne bıraktı korkularını. Gözler Derin'in gözlerine aktı. Kahverengi ve yeşil karıştılar. Ela oldular düşlü gecede. Edalı iki ela göz oldu bütün yıldızlar. Ela oldu gökyüzü, ağaçlar, bulutlar, bulutların tüylerini ürperten rüzgâr. Hepsi elaya çaldılar...

Düşlü, efsunlu ve ela gecede Derin iki nehir gördü.
Nefesini tuttu nehirlerin resminde.
Nefesi kesildi gördüklerinin büyüsünde.
İki nehir, ikisi birbirinden güzel…
İki nehir, yan yana akan.
İki nehir, biri kahverengi, biri yeşil.
İki nehir, iki büyülü seyir...

Nehirlerden yeşil olanı gözlerinde çağladı. Köpüklerinde şehvet var, gürültüsünde aşk var, hiddet var. Öfke var suyunda, huzur var serininde. Ancak huzuru öfkesine yenik bu nehrin. Nehrin çığlıkları kalbine doldu Derin'in. Çığlık çığlığa teslim oldu Derin nehrin ihtişamına. Aşkın şiddetini gördü nehrin çağlayanında. Ela gözlü yıldızlar yeşil nehrin hiddetiyle buğulandı. Ela gözlü yıldızların gözbebeklerinde aşkın ışıkları parladı. Aşk nehrin sularında Derin'in ellerine aktı...

Derken kahverengi nehre yaklaştı Derin düşünde.

Bu nehir sessiz. Bu nehir dilsiz. Bu nehirde görkemli bir derinlik var. Derin nehrin derinine sokuldu. Gördüklerinden soluğu kesildi, nefesi, nutku tutuldu.

Kahverengi nehir berraktı. Rengi aslen şeffaftı. Kahvenin rengini derinindeki parlak taşlardan alıyordu. Taşlar renk olup sularına karışıyordu. Sükûnetle yaşlanmıştı bu nehrin taşları. Yaşlanırken parlamışlardı. Yaşlanarak gerçek renklerine kavuşmuşlardı. Yıllar yalayıp geçmişti pürüzlü yüzlerini. Acılar törpülemişti sivri köşelerini. Anılar damarlanmıştı üzerlerinde. Anılar yol yol iz bırakmıştı. İzler taşları ağırlaştırmış, izler taşlara hüzün katmıştı. Hüzün zamanla yerini huzura bırakmıştı. Anılar böyle değil midir? Önce keskin bir bıçak gibi acı verir. Sonra yerleşir kalbin katmanlarına, her kalp atışında kana karışır, anılar kan olur, can verir...

Derin düşünde nehirlerin arasındaydı.
Nehirlerin arasındaki ince yolun tam ortasındaydı.
Sağında yeşil nehir çağlıyor, solunda kahverengi nehir usul usul ağlıyordu.
Sağındaki nehirde aşk coşuyor, köpürüyor, solundaki nehirde aşk duruluyor, huzur buluyor, teslim oluyordu.

Derin düşünde düşündü.

Aşkın halleri nehir olup ayaklarına serilmişti şimdi.
Aşkın suları zihninde nehir olup düşüne akmıştı.
Düşünü yeşil ve kahverengi, bu iki nehir kaplamıştı.
Ne var ki Derin seçemiyor, hangi nehrin serininde yıkanacağına karar veremiyordu.
Her seçim bir diğerinden mahrum kılıyordu Derin'i.
Oysa iki nehrin de büyülüydü serini.

O vakit Derin düşe yattı düşünün içinde. Düşünde bir yeni düş yarattı.

Düşündeki nehirleri, yeni bir düşte, bir gölde kavuşturdu. Yeşili kahveyle buluşturdu. Gökyüzü gibi, bulut gibi, ağaç gibi, rüzgâr gibi elaya çaldı nehirlerin suyu. İki nehri tek bir vücuda sığdırdı. Hiddeti şehvete, şehveti teslimiyete, teslimiyeti huzura, huzuru aşka, aşkı nehirlerin suyuna karıştırdı. Aşk tek bir nehir oldu düşünde. Aşk nehri aktı gözlerinde gürül gürül. Aşk nehri duruldu kalbinde usul usul. Ela bir gecede akan ela bir nehir oldu düşü. Derin nehirlerin kavuştuğu göle soyundu. Gölün ela sularında giyindi. Aşk ela bir örtü oldu üzerinde. Kimi zaman yeşil, kimi zaman kahvenin renginde...

Derin günlerden bir perşembe, günün içinde saklı zamanlardan bir gece, bir düşe yattı.

Düşünde aşktan ela bir dünya yarattı.
Aşk düş oldu.
Derin düşünde aşka eş oldu.
Dokundu aşkın ela gözlerine,
O ela gözlerden yandı elleri...

Derken uyandı Derin.
Ellerine baktı,
Elleri yanıyordu,
Düşündeki aşkın alevi ellerini yakıyordu...

20 Eylül 2010 Pazartesi

Kül

"Gönülde kokan her gül, kül sırlarından bahisler açar."

Mevlana Celaleddin-i Belhi Rumi

Kül mevsimi her şehre tarihinde sadece bir kez gelirmiş.

O mevsimde gökyüzünden yeryüzüne kül yağar, toprak, su, ateş, çiçek, ağaç, ağaçtaki kuş, kuşların kanadındaki düş, düşlerin derinindeki bekleyiş küle çalarmış. Gri, savruk, belirsiz bir rüzgâr esermiş kül mevsiminde. Derler ki evler, evlerde yaşayan şehirliler, köylüler ve onların gönüllerindeki tüm sevgiler bu rüzgârın etkisiyle olsa gerek, bulanıklaşır, soğurmuş. Kül tüm şehre hakim olur, şehir küllere teslim olurmuş.

Derler ki Tanrı kullarını kül mevsimiyle sınar, ancak küllerinden doğan kullarından razı olurmuş.

Küllerin etrafı bastığı bir gün, az nüfuslu bir köyün, tek odalı evinde doğdu Sinan.
Kaderi doğum ve ölüm anı ise tüm insanların, doğumu sisli bir kadere denk gelir.
Kül mevsiminde doğan her bebek gibi, gri gözlü, gri saçlı, taze yanakları solgun, elleri soğuktu dünyaya gözünü açtığında. Yaşamaz dedi köydeki ebeler. Akşama kadar başında beklediler. Ancak Sinan, küllenmiş bir kalple doğmuş olduğundan olsa gerek, ne ağladı, ne güldü, ne de öldü. Kül rengi bebek, küllenmiş umutlara inat, kendi kendine bir köşede büyüdü.

Gel görelim Sinan bir türlü benzeyemedi köyün kalan sakinlerine.

Kül mevsiminin hüküm sürdüğü günler geçip köye güneş açtığında, ılık bir esintiyle külleri topraktan ağaca, ağaçtan yaprağa, yapraktan bir kelebeğin kanadına, oradan da bir yağmur bulutuna savurup çok uzaklara uğurladığında bile Sinan’ın kül rengi ala çalamadı. Yüzüne ışık uğramadı. Kendisinden çok gölgesinin suretiyle dolaştı durdu uzun zaman. Ne anasının ılık gözyaşları, ne bacısının soğuk kış günlerinde pişirdiği sıcak çorbalar, ne bacalardan dumanını usul usul tüttüren sobalar ısıtabildi Sinan’ın soğuk tabiatını. Sinan’ın geceleri gündüzü kadar, sözleri özü kadar, rüyaları gerçeği kadar renksiz kaldı. Sinan renklerini kül mevsiminin grisine, hislerini küllenmiş alevlerin naçar cansızlığına teslim etti. Teslimiyetini ise sabrının gücüne emanet etti. Böyle yaşadı yıllar yılı. Solgun, sessiz, hissiz…

Hayat insana en beklemediği acıları en ummadığı anlarda yaşatırken, en emin limanları fırtınasıyla viran edip, en ılık geceleri zalim bir kışa döndürürken, bazen kurumuş yaprağa da can veriyor olduğundan, bazen gölü dalgalandırıp, külü alevlendiriyor olduğundan ve bunları yine beklenmedik anlarda yapma kuralını istisnasız olarak uyguluyor olduğundan olsa gerek, Sinan’ın hikâyesi de bir sonbahar günü değişiverdi derler.

Sinan’ın dirilişi, yaşarken yeniden dünyaya gelişi aşkla çarpıştığı güne rastlıyor.

Öyle bir çarpışma ki bu, toprağı ateşe, ateşi suya, suyu buhara döndüren…
Kuşların kanadına rüzgârı, çiçeğin yaprağına güneşi değdiren…
Sessiz sakin akan nehirleri çağlatan, taşlaşmış yürekleri ağlatan, en yorgun gemileri en sakin limanlara bağlatan cinsten.
Öyle bir çarpışma ki, tek bir anı unutulmaz fakat anlat desen, anlatılmaz…
Kelimeyi aciz kılar.
Sözü bitirir...

Sinan aşkın evine misafir olduğunda tam tamına otuz yaşındaydı. Otuz yıldır külleriyle yaşamaktaydı.

Hangi eşikten geçiyor olduğunu bilse insan, hangi yola girdikten sonra geri dönülemeyeceğini birileri fısıldasa kulağına, durup o anı hiç unutmaması gerektiğini, zira o anın kaderinin renginin değiştirdiğini hissedebilse, Sinan da o gece hiç uyumaz, o günün bir saniyesini bile kaçırmamak için sabaha kadar gözünü kırpmazdı.

Oysa o, o günü sanki herhangi bir günmüş gibi yaşadı.
Yine sessizliğinde yürüyerek, yine renksizliğinde büyüyerek…

Çarpışmalar beklendiği gibi ses de çıkarmıyor bazen.
Tam tersi, bütün sesler yitiyor.
Bir deniz kabuğunun içindeki uğultu kaplıyor zihinleri, insan bir şeye çarptığını belki sadece bu her şeyden soyutlanmış anlarda anlıyor.
Birisini gördüğünde sadece onun renklerinden ibaret kesiliyorsa dünya, odada sadece onun sesi varsa, etrafta koşuşan çocuklar sağır, atılan çığlıklar dilsiz olmuşsa, bakan göz sadece onun renginde kör olmuş, nefes onun nefsinde can bulmuşsa, işte o an en ihtişamlı çarpışma yaşanıyor kişinin ruhunda.

Sinan’ın da çarpışması böyle sessiz ve dilsiz, böyle sakin ve derin oldu.
Sinan işte böyle ihtişamla, böyle sessizce aşık oldu.

Aşk önce rüyalarını ele geçirdi. Kırmızı bulutlar gördü Sinan uykusunda. Kırmızı bulutlardan kırmızı karlar yağdı üstüne. Kar taneleri derisine değdikçe alev aldı. Rüyalarında Sinan kül renginden ömründe ilk kez ala çaldı…

Sonra sabahları teslim oldu aşka. Sabahlar ki Sinan için hep serindir. Ilık bir rüzgâr okşadı yüzünü, kirpiklerinden söküp çıkardı yıllardır yerleşmiş olan hüznünü. Rüzgâr alıp hüznü karanlık kuyulara kapattı. Kuyuların üzerine kırmızıya dönmüş sarmaşıklar donattı. Yapraklarında öpüşen böcekler, zarafetle uçuşan kelebekler olan kırmızı sarmaşıklar… O sarmaşıklar Sinan’ın kalbine dolandılar. Kalbine bahar geldi. Kanı ısındı, sarhoş olup damarlarına aktı. Sinan aşkın sarhoşluğunu bu vesileyle tattı.

Derken günleri ve gündüzleri uzadı aşk mevsiminde. Güneş öyle sıcak yaktı ki, taş duvarları ısındı kalbinin. Elleri yandı dokununca kendi kalelerine. Elleri yandı aşk güneşinin alevinde. Kül rengi ellerinde güller açtı. Ellerinde aşkın mayhoş kokusu, Sinan günlerini aşkın kavruk güneşinde uzattı. Uzadı, uzadı günler… Sinan o günlerin her saniyesini aşk soluyarak yaşadı.

En sonunda gecelerinde parladı aşk. Yıldız yıldız yağdı üstüne rengârenk. Her yıldız farklı bir giz, farklı bir renk... Sinan gecelerin büyüsünü hapsetti zihnine. Hiç unutmamak için resmetti gözüne. Geceler unutulacak gibi değildi zaten. Gecelerde aşkın keman sesleri, gecelerde en büyülü şiirler, gecelerde en hüzünlü türküler söze geldi. Sinan gecelerde aşkın şiddetine mağlup oldu. Mağlup olup galip geldi. Sinan o gecelerde gerçekten tekrar doğdu, yeniden ve en baştan vücuda geldi…

Aşk renk demektir.

Bazen kırmızı, tutkulu…
Bazen sarı/sıcak, şefkatli…
Bazen masmavi, derin…
Bazen yeşil, özgür…
Bazen beyaz, taptaze, saf…
Bazen siyah, hüzünlü…
Ama hep rengârenk, büyülü…

Sinan aşkın ansızın esen rüzgârında buldu renklerini.
Aşkın sırlarında keşfetti kül renginin altındaki gizlerini.
Aşkta renk buldu.
Aşkta dirildi, aşkla yazdı kaderini, aşkla can buldu.

Bir anka kuşu öttü bir sonbahar sabahı,
Sinan aşkla küllerinden yeniden doğdu.

13 Eylül 2010 Pazartesi

Gün

“Dikenden gül bitiren, kışı da bahar haline döndürür. Serviyi hür bir halde yücelten, kederi de sevinç haline sokabilir.”

Mevlana Celaleddin-i Belhi Rumi

Sabah ezanıyla geldi gün.

Önce buğulu, bulanık. Ardından esintili, soğuk. Sonunda berrak ve ılık.

Gün, zamanların en küçük çocuğu. Zaman ailesinin tekne kazıntısı. Asırların beşinci kuşak torunu. Mutlu yılların büyük gözlü güzel kızı. Mutsuz anların seneler sonra doğmuş tek oğlu…
Gün, kulağına adı rüzgâr tarafından umut duası ile okunmuş bulut gözlü bir bebek.
Gün saçlarını sabah güneşinin sarısından almış bir nur topu.
Gün evin sevinci, zaman ailesinin en genci…

Gün bir sabah benim elime doğdu.

Yeni doğmuş bebek gibi, korumasız, muhtaç.
“Ya bırakacağım” dedim kendi kendime. “Bırakırsam yaşanmamış yıllarının cellâdı olacağım.”
“Ya bakacağım bu bebeğe çaresiz. Benden başka kimi kimsesi yok, yazık, kimsesiz.”

Öyle ya herkesin günü kendineydi değil mi? Her koyun kendi bacağından asılıyordu. Her ateş ancak düştüğü yeri yakıyordu. Bu gün de benim elime doğdu ne yapalım. “Hadi o zaman” dedim, “Gel bakalım gün, biz seninle arkadaş olalım…”

Uzun vakit sonra anladım ki bu yeni yetme günle hemen arkadaş olunmuyor.

Önce bekleyeceksin, uzun uzun ağlayacak. Henüz doğmuş, dili yok, derdi var ama diyesi yok. Senin düzenin vardı ya hani. Şimdi yeni bir gün geldi. Seni gecede beş kez derdiyle uyandıracak. Hep sen vereceksin, hep o alacak… Yemeyeceksin, o yiyecek. Üstelik sen emek verdikçe güne, gün daha çok senin olacak. Gel görelim, o sana senin baktığın gibi bakamayacak. Bebek daha gün, ağzı var, sözü yok. Sana “Ben aslında seni güzel günlerinim. Üzülme, ben de gün gelir sana en mutlu anlarını veririm.” diyemeyecek. Hep bekleyeceksin. Uzun bir süre gün seni hep bekletecek…

Derken göz göze geleceksiniz bir gün günle. Ancak bir bebeğin berraklığını göreceksin günün gözlerinde. Yavaş yavaş o da sana sarılacak. Mesela sabahları nefesiyle uyanacaksın süt kokan... Ya da sen eve geldiğinde senin küçük gün, üzerinde beyaz bebek tulumuyla seni yerde oturarak karşılayacak. Sen onu kucaklayacaksın, o senden öğrendiği gibi senin sırtına küçük elleriyle “pıt pıt” vuracak…

Gel zaman git zaman alışacaksınız birbirinize. Sen ona yaklaştıkça, o sana karışacak. Sen onu büyüttükçe, o sende büyüyecek. Sen sevdikçe o sevilmiş her bebek gibi sana varlığıyla yetecek… Bazen kapına geliveren, hayatını alt üst eden, huzurlu uykularını varlığı ile onlarca kez bölen küçük günün yokluğundaki mutluluğuna küçümseyen gözlerle bakacaksın. Eski yılların sana sadece eski değil, eski püskü gelecek… Yarımmışım diyeceksin. Şimdi yalnız başıma günümle bir bütünüm. Sadece günümleyken ben mutlu olmakta sonsuz hürüm…

Ve emeklemeyi öğrenecek gün. Önce ellerini koyacak yere kalkmak için. Sonra yatağının parmaklıklarına tutunarak kendini çekecek yerden yukarı. Ayağa kalktığını göreceksin. Sallanacak, düşecek sanıp irkileceksin. Düşecek. Ancak her defasında senin parmaklarına yapışacak inatla. Umudu günün yeniden ve yine yerden kalkışında resmedeceksin.

İlk adımlarını korkarak atacak. Üst üste üç adım sıraladığında mucize oldu sanacaksın. Senin çabanla değil, kendiliğinden yürüdüğünde gün, sen mutluluktan ağlayacaksın. Günün hızla ve neşeyle koşmaya başladığı o an, sen yaşadığını anlayacaksın.

Geç gelecek günle dostluk.
Geç olan ama tam olan her şey gibi olacak bu da…
Bir kez dost oldunuz mu günle, artık ne gam kalır serde, ne sabahı olmayan gece.
Ne korku kalır nefiste, ne endişe.

Gün dostu olan gül bahçesinde bülbül…
Gün dostları sabah esen ılık rüzgâr gibi hür.
Gün sevenler en mertten daha mert savaşçı.
Gün düşkünleri huzur gemisinin fora olmuş yelkeni.
Gün gönüldaşları aşkın en derin yolcusu.
Gün arkadaşları yaşam seyyahlarının en kadim hancısı.

Her yeni günün, her yeni umudun, her yeni başlangıcın müsebbibi mutlak surette eski bir dert, biçare geceler, hançer yarası sonlar, kabuk tutmayan bitişler…
Bizi yeni günle kesiştiren şüphe yok ki uçurumlu yol ayrımları.
Güne dost eden, düşmandan beş beter acılar.
Yaşamayı sevdiren, hatıratı ile gönül kıran anılar.

Hepsi bir yeni gün aşkına feda olsun…
Yeni günü bize böyle sevdirecekse, her dert gelsin başköşeye otursun.
Biz gün dostlarına kül olup yeniden doğmayı öğretecekse, gece varsın aylar sürsün.
Sonunda güneş varsa, varsın dört mevsim yalnız kış olsun…
Gün bir gün dost olup kapımızı çalacaksa, varsın yalnızlık hüküm sürsün.

Nasıl olsa gün gelecek.
Kalpler nasıl olsa gün görecek...

5 Eylül 2010 Pazar

"Dostum Dostum"

"Sana dilsiz, dudaksız sözler söyleyeceğim. Bütün kulaklardan gizli sırlardan bahsedeceğim. Bu sözleri sana, herkesin içinde söyleyeceğim ama senden başka kimse duymayacak. Kimse anlamayacak..."

Mevlana Celaleddin-i Belhi Rumi

Bu yazıyı dostuma yazıyorum.
Benim sessiz sohbet arkadaşıma.
Satır aralarında kaybettiklerimin kaşifine.
İçimdeki sevgi sandığının paslı anahtarının ilk sahibine...

Dostum ve ben tesadüfen karşılaştık.
Tesadüflerin mucizesine inanamayacak kadar küçük olduğumuz yaşlarda.
Mucizeyi bize sorsanız o zaman, ikimiz de benzer şeyler anlatırdık. Mesela evimizin yanındaki boş arsada bir sabah yeni doğmuş küçücük bir kedi bulmak mucizeydi. Hayatımıza renk katan herhangi bir şeyin sevincini abartılı bir şölenle kutladığımız, bir doğaüstü olaya şahitlik ettiğimiz hissi ile birbirimizi sıkıca kucakladığımız yaşlar...

Oysa şimdi, aradan neredeyse otuz yıl geçmişken, hayat bizi başka yollara, başka insanlara, başka tercihlere itmişken, dostum ve ben gündüz ve gece kadar farklılaşmışken, "kesişmemiz mucizeymiş" diyebiliyorum.

Size şimdi bizim dostluk mucizemizi anlatmak istiyorum.

Dostum benim zıttımdır.

Ben dağınık, o planlı.
Ben savurgan, o hesaplı.
Ben duygusal, o mantıklı.
Ben kırılgan, o tepkili.
Ben kanaatkar, o talepkar.
Ben temkinli, o cesur.
O çılgın, ben vakur...

Zıtlıklarımızda mükemmele yakın bir ahenk gizlidir.
Sanki hayat da bize ikimizi tek sayarak yeni sayfalar açıyor.
"O yoksa öbürü baş eder bu zorlukla" der gibi...
Kimi zaman bir bakmışım ben onun derdiyle savaşıyorum, zaman oluyor ki o girmiş benim içime, gam kovalıyor.

Mucizesi nerede gizli derseniz, size şöyle özetlerim:

Benim yolumda benim karşıma çıkan herhangi bir hikayeyi sanki tamamen benmiş gibi yaşar dostum... Benim tenime, benim etime, benim kalbime, benim hislerime bürünerek...
Ben olurken kendi yancı kuvvetlerini benim saflarıma getirerek.
Sanki benden iki tane ve bir de ondan bir tane sadece iki değil üç kişi oluruz hayatla savaşırken. İki kişiden üç atlı yaratırız. Benim savaşçımı tam ortada koşturur. Önde kendisi, ortada ben, tam arkamda bana bürünmüş ruh haliyle sırtımı sıvazlayan, atımı dört nala koşturmam için sabırla kulağıma sevgi fısıldayan benleşmiş o... Üçe bölünür, sımsıkı sarılır, bir oluruz. İşte böyle geçeriz derdin tasanın içinden. Böyle eskitiriz hüznü, böyle savarız sisli dönemleri, böyle varırız yeşil ve güneşli felah yaylalarına...

Dostum benim tarafımdır.

Beni benden iyi tanıyandır.
Sadece, mesela sabah kahvaltılarında peynirle reçeli asla aynı anda yemeyeceğimi bilecek ya da sırtımın tam ortasında babamınki ile aynı yerde küçük bir kedi patisine benzeyen doğum lekemi gözü kapalı işaret edecek kadar basit örneklerle değil...

Ben kaçarken mutsuzluğumdan, o gözlerimden hüznü çekip çıkartandır.
Ben söze başlamadan "Tamam, sadede gel, ne yapacağız?" diye sorandır.
Ben "Acaba ne yapıyor?" diye düşünürken tam o anda arayandır.
Güzel bir kitap okurken, "Şimdi o da okusaydı bu satırları..." diye hayıflanandır.
Yaşadığı şehri yeni yıl süsleriyle donattıklarında "O olsaydı benden daha çok severdi." diye kendi keyfini yoksayandır.
Ben ne yaşadıysam paylaşandır.
Hiç kimse benden kilometre hesabıyla o kadar uzakken sadece bir "Beni arar mısın?" mesajımın üzerine içimden ona kadar bile saymadan bulmamıştır beni.
Telefonu "Çabuk anlat!" diye açandır.
Sabahları yüzünü yıkamadan "İyi misin?" diye sorandır.

Nasıl anlatsam size, bir gün şeytan beni ele geçirse, ruhum kirli ve kinli bir yaratığa dönüşse, bir suç işlesem, kalp kırsam, para çalsam mesela, beraber ayıklardık pirincin taşını...
Suçu da bölüşürdük vicdanlarımızda.
Herhalde beraber korkardık öyle bir durumda...

Dost pek çok anlam taşıyor dört harfinde.

Türkçe, dost için kısaca "sevilen, güvenilen, gönüldaş" demiş.

Dini anlamları da var.
Örneğin Aleviler için çoğu kez Tanrı'yı ve Ali'yi sevenleri simgeliyor. Bu sebepledir ki Alevi ozanlarının türkülerinde, şiirlerinde mutlaka bir "dost" sözü geçiyor.
Hacı Bektaş, "Kul Tanrı'ya kırk makamda erer, ulaşır, dost olur" demiştir. Çok sevmeyi, teslim olmayı, "dost olmak" olarak betimlemiştir.

Benim dilimde dostum "bende olan"dır.
Derimin altına yerleşmiş, kalbimde ismiyle bütün duygu tellerini titretmiş olandır.
Artık o vakit, ne huyuna bakarım, ne köküne, ne suyuna...

Dostum ben kadar ben olandır.
Her zaman sevgisiyle bende kalandır.
Elimi uzattığımda orada olandır...

2 Eylül 2010 Perşembe

Salah

Salah sihirli bir kelime.

Felsefesi anlamında gizli.

İyileşme anlamına geliyor.
Bir diğer anlamı ise barışma...

"Salaha ulaştı" derler derdinden kurtulanlara. Ya da "salahla taburcu oldu" iyileşen hastalara. "Ah bir salaha ersem..." diye hayıflandığımız anlar olur. Biz bu cümlelerin içinde salah kelimesini "işlerin yoluna girmesi" anlamında kullanırız. Daha çok sonuç gibi. Süreç gibi değil...

Oysa bu mucizevi kelimenin iki anlamı arasında sanki kimseye söylemedikleri bir bağ var.

Barışmak ve iyileşmek.
İlaç içmek ve düzelmek gibi.

Barıştığım şeyleri düşünüyorum.

Küçükten beridir kırılgan olduğumu.
Hem de alıngan olduğumu.
Çok yakın durmak isterken bazen çok mesafe koyduğumu.
Detaycılığımla bazen derinlerde kaybolduğumu.
Başkalarına sonsuz anlayış gösterirken, kendi hatalarımda kendimi sanık sandalyesine oturttuğumu.
Sevdiğim şeylere gözümde bir hayal perdesi ile baktığımı.
Olaylara olduğundan büyük anlamlar taktığımı.
Doğru bildiğimden kendim için bile sapmamanın nasıl canımı yaktığını.
Kötüyü yoksaymak konusundaki inatçılığımı.
Bununla birlikte iyimser olmak konusundaki korkaklığımı...

Yıllarca salaha ermek için kendimde yürüdüm ben.
Topraklarım kanlı savaşlar gördü.
Rüzgarım sert, dövüşüm mertti.
Ben savaştıkça kendimle, kendim bana galip geldi.
Salahım pes ettiğim güne denk gelir...

Barışmak, hele ki kendinle, büyük iş...

"Ben buyum" yerine "ben buydum" diyebilmek...
Değişmeyi isteyip, gelişmeye izin verebilmek.
Sizi siz yapan şeylerin zaten sizi terk etmeyeceğine güvenebilmek.
İçinizdeki iyiye yol açabilmek.
İyiyi kötüyle savaştırmak yerine, kötüyü iyiye arkadaş kılabilmek.
Kendi sırtınızı anlayışla sıvazlayabilmek.
Hayata bir başka pencereden ama yine size ait gözlerle bakabilmek.
En başta kendinizi affedebilmek.
Sonra affedilecekleri limandan sessizce uğurlayabilmek.
Kendi hırçın taraflarınızla eğlenebilmek.
Kendinizi huysuzluk ederken komik bulabilmek.
Gülümsetecek kadar öfkeli,
Her şeye rağmen gülümseyecek kadar hüzünlü olabilmek.
Hataya yer açabilmek.
Hayata can atabilmek...

Mevlana şöyle demiş:

"Denizin dibinde incilerle taşlar karışık olarak bulunurlar. Övülecek şeyler de kusur ve yanlışların arasında bulunurlar."

Etiyle kemiğiyle, tersi ve düzüyle, insana ait bütün hataları ve sadece insana hediye edilmiş tüm duygularıyla yaşayan herkese salah bir serin rüzgar olup esecek...

Kabul edelim.
Bekleyelim...