23 Ocak 2011 Pazar

Derin'den Geçmiş'e Mektup Var

"Kendini affetmeyen bir insanın, bütün kusurları affedilebilir.

Konfüçyus

"Pek değerli hatıralarım,

Dün gece, sizden kalan izler kalktılar, kapımı çalıp düşüme misafir geldiler. Oysa ben bir türlü karar veremiyordum, olur da bir gün kapımı çalarsa eski günler, o kapıyı açar mıyım bilemiyordum. Madem ki bu mektubu yazıyorum şimdi size, artık kalbimin kapısı sonuna kadar açıktır geçmişe. Artık hatıratımla barışıyorum. Bugün o gündür... Bugün o kapıyı sonuna kadar açıp, dibine kadar kapatıyorum...

Biz sizinle dolu dizgin yıllar yaşadık.

Bir gün, bir dinleyenim olsa, bıkmadan dalsak derinlerine zihnimin, günün saatleri yetmez, bitiremeyiz bir bir sizi söze dökmeyi. Sayıca o kadar çoksunuz ki içimde, sizden bahsederken bazen konular karmakarışık oluyor dilimde. Hanginizden bahsetsem, bir diğeriniz düğümleniyorsunuz boğazıma. Ve nasıl bir bağ varsa aranızda, hatıratım uzun bir tren oluyor sanki, vagonlar birbirine bağlı, ve ben bazen, bir ileri, bir geri kayboluyorum sizin içinizde. Üstelik zaman hızlı bir tren gibi akarken, gelecek bir kum saati gibi dökülürken geçmişe, bir bakıyorum, sizin telaşınızla geçmiş yıllar ve ben geleceğimin yolculuğunda bir kez bile kafamı kaldırmamışım, eskittiğim yollara bugünün gözüyle hiç bakmamışım. Anılar gözümde bir perde olmuş. Ve ben geleceği hep bu perdenin arkasından seyre dalmışım...

İşte bu yüzden sevgili anılarım, ben size uzun süre sırtım dönük yaşadım... İnsan bir şeyden korkmayagörsün, hemen küsüverir. Beni bağlarınızla öyle sıkı sarıyordunuz ki, kimi zaman hareketsiz kalıyordum kendi toprağımda. Geçmişten geçemiyordum ben. Sanki bir ağaçtım ve dallarımdan değil, sadece köklerimden boy atıyordum. Öyle bir ağaç ki, toprağa sımsıkı bağlı ancak tomurcuklanamıyor! Gövdesi kalın ve sağlam, ancak çiçek açamıyor. Çiçek açamayan dal, meyve veremiyor...

Bu yüzden unuttum sizi. Bilerek, unutmayı seçtim üzerimdeki etkinizi. Geçmişte ne varsa yaşadığımız, bir kutuya koyup kaldırdım. Temiz bir sayfa açtım, yeni bir fidan diktim, plağı başa sardım... Deposunu boşalttım hayat otomobilimin, yeni bir istasyondan benzin aldım. Ha gayret bastım gaza. Verdim fidanın yapraklarına can suyunu. Koştum, son hız uzaklaştım. Ve ben giderken geçmişimden, unuttum anılarımın hayat otomobilinin bagajında olduğunu...

Ve gördüm ki, bagaj sonuna kadar yüklüyken mesafe katedilmiyor. Son sürat bazsan da gaza, bir adım gidilmiyor...

Durdum,

Açtım bagaj kapağını zihnimin.
Ve siz döküldünüz kalbime.
Kalbim değince sizin ellerinize, gelecek fidanım kök saldı toprağa. Dikildi tüm yaprakları ayağa. Anılar yürüdü fidanın cılız dallarında. Yürüdükleri yerlerde filizlendi çiçekler. Kimisi gri ve solgun, kimisi pembe ve dipdiriydiler... Kimisi acı ve yaralı anıları, kimisi gülümsemeyi bildiğim o küçük anları temsil ettiler. Ve sonunda rengarenk oldu benim fidanım. Fidanıma can verdi bütün anılarım...

Sevgili geçmiş zamanlar,

Bugün affettim, sizin sahnenizde dansederken attığım her yanlış adım için dağınık zihnimi.
Bugün, benden aldığınız hayallerin yerine yenilerini koyabildim için, kendi sırtımı sıvazladım usulca.
Bugün kabul ettim sizin, gözlerimde bir endişe, sözlerimde bir merhamet ve tevekkül, kalbimde bir ince sızı olarak benimle yaşayacağınızı.
Kabul ettim ne kadar kaçarsam kaçayım, her delikte beni bulacağınızı.
Karşıma çıkardığınız her tuzağa istikrarla düştüğüm için affettim düşperest yüreğimi.
Ve affettim affedemediğim tüm seçimlerim için kendimi.
Affedince, bir güneş oldu, açtı geçmiş. Meğer affetmek, güneş açmak demekmiş...

Bu mektubu size şu sebeple yazıyorum:

Sevgili hatıralarım,

Sizden artık geçiyorum. Hepinizle hesaplaşmaktan, bugün itibariyle vazgeçiyorum.
Sizin de, o kabuslu yıllarda, kalbime oynadığınız her oyun için, kendinizi affetmenizi istiyorum."

Derin
23.01.2011

21 Ocak 2011 Cuma

Bir kaç sözüm var birikmiş, iyi günlerde susmak için saklıyorum...

"...Ne acıdır insanın bildiğini anlatamaması...
"Ben" deyip susması, "Sen" deyip ağlamaklı kalması..."

Nazım Hikmet Ran

Sustu.
Ve uzun uzun sustu. Sessizliği harelendi odadaki cisimlerin etrafında. Sessizliği kalkan oldu sardı evin içindekileri. Ve kalkan olup sarmaladı kalbindekileri.

Derin, o anı şöyle anlatıyor:

"En çok kalbimin atışlarını duydum kulaklarımda. Karşımda bir ağız vardı hareket eden. Kelimeler belli ki sivriydi. Kelimeler zehirliydi o dudaklardan dökülen... Dudaklar oynuyordu ve oynarken yer yerinden oynuyordu zihnimde. Sözlerini duymadım, duygusunu duydum o dudakların. Ayrılığın kokusunu duydum genzimde. Ayrılık kokusu keskin ve acımtırak."

Derin üzülünce susar. Kelimeler küser Derin'e. İyi gün dostudur onun için kelimeler. Hal böyle olunca toplanıp gidiverirler Derin'in içindeki güneşli köşelere. Binlerce kuştan oluşan gri bir bulut gibi, önce sağa, sonra sola salınarak, ve en sonunda saklanacak bir yer bularak, sırra kadem basıverirler. Sürünün başını kelimelerden "Acı" çeker. "Hüzün" ve "Küskün" de onu takip eder...

Ve sonra devam etti:

"Sustum. Sözlerim gitmişti çoktan. Öyle bir anda boy göstermek istemiyorlardı. O an, orada istenmiyorlardı. Kelimeler gizli duvarları gören, görünmeyen renkleri algılayan büyücülerimdir benim. Bana "Sus" dediler. "Gidelim, burada istenmiyoruz". Dinledim onları. Dudaklar oynadı, kalbim oynamadı olduğu yerden. Ve susarak çıktım o çok sevdiğim evden..."

Ne var ki saklandıkları yerde sıcaktır kelimeler. İçinizde yanan bir küçük soba gibi. Sıcaklık dağılır damarlarınızda, lav olur birikir kursağınızda. Ve gün olup o güneşli havayı bulduklarında, yayılır sıcağı etrafa, sarar etrafı kelimeler. Ve eğer iki ruhun güneşi aynı anda parlıyorsa ve sevgi ılık bir nehir olup iki zihin arasında akıyorsa, kelimeler yine susar. Bu defa altından bir halka olurlar iki kalbin etrafında. Altından bir kalkan olurlar üzeri zümrütlerle bezeli. Kelimeler susup eğildikçe aşkın önünde, aşk yükselir iki kalbin tepelerinde. Ve karışır iki kalbin kelimeleri sessizce birbirine...

Derin yeniden karşılaştıklarında uzun uzun baktı o zehirli dudaklara. Bu defa sakindi dudaklar, bu defa telaştan yoksundular. Ve bu defa sanki mahçup iki çocuktular.

"Aylar sonra görüştük." dedi Derin.
"Sadece bir cümle söyledim o uzun sessizlikten sonra. Özlem de, acı da, kırık cam parçaları da avuçlarımdaydı. Avuçlarım ıslak, avuçlarım sıcaktı. Avuçlarımda kan vardı kalbimden akan... Kan aşk rengi, kan kırmızı...
'Ne tuhaf' dedim içimden. 'Yine susuyorum, ancak şimdi o da susuyor.'

Sonra anladım. Ve işte tam o anda,
"Sus" dedim ona.
"Sus, şimdi aramızda kelimeler konuşuyor."
(Düş'lü bir Eylül akşamının anısına, özlem ve aşkla...)

6 Ocak 2011 Perşembe

Türkî - En Saf Aşk Hali

"Pir Sultan Abdal'ım gülüm dermişler,
Bu şirin canıma nasıl kıymışlar,
İster isem dünya malı vermişler,
Sensiz dünya malı neylerim dostum..."

Pir Sultan Abdal

Türkü kelimesi ilk kez 15. yüzyılda dönemin ünlü mimar, devlet adamı ve şairi Mir Ali Şîr Nevaî tarafından kullanılmış. Kendisi Türkî kelimesini "Türk'e ait olan" anlamında kullanmış. Halk ozanlarının çığırışlarında, duygularını dışa vuruşlarında, özlem, ayrılık, aşk ve ölüm depremlerini haykırışlarında sadece Türk'e ait olan bir renk olduğunu düşünmüş olmalı...

Hakikaten türküler yüzyıllardır yalnızca bizi anlatıyor. Uyandırdığı bütün duygular yalnızca bizim anlayabileceğimiz cinsten. Bize özgü seviş, bizim gözümüzde ayrılış, bizim kalbimizde özlem, bizim içimizde aşk ve bizim evimizde ölüm nasılsa, türkülerde tam da öyle... Ezgilerinde o kadar biz varız ki, çoğu zaman yöresini bilmediğimiz bir türkünün sadece ilk notalarında kendimizi sılada buluveriyoruz. Ancak türküler bizi kalbimizden kavrayıp götürüveriyor memlekete, özlenene, sevgilinin dizlerine, umut edilen ve beklenene...

Halk ozanlarına âşık da derler. Burada âşık saz çalarak türkü okuyan halk şairi anlamında kullanılıyor. Ancak kelimenin eşseslileri ile aynı vücutta buluşması bir tesadüf mü? Hayır. Halk ozanları türkülerinde ancak gözü kadar âşıkların dile getirebileceği sevdalardan bahsediyor. Bu sevda kimi zaman ölüme yürüyen sarı gelin, kimi zaman alevi üşüten Mihriban, kimi zaman uğruna semah edilen büyük Dost, kimi zaman darağacına götüren özgürlük hasreti oluyor... Konu ne olursa olsun, âşıklar nihayetinde tek bir noktada buluşuyor: Âşıklar tutkuyu sese ve söze dönüştürüyor. Üstelik bunu sadece bizim anlayabileceğimiz biçimlerde yapıyorlar.

Âşık Mahsuni aşkı şöyle anlatıyor:

"Kula ruhsat verir padişah kılar,
Şahı mecnun edip çöllere salar,
Aşkın bir zerresi bin dağı deler,
Güneşe pas çekip duman eder aşk..."

Bu dizeleri İngilizceye çevirebilir misiniz? Çevirseniz de içine bu lezzeti ekleyebilir misiniz?

Âşık Veysel ölüme yürürken sevdiklerini şu satırlarla selamlıyor:

"Can bedenden ayrılacak,
Tütmez baca, yanmaz ocak,
Selam olsun kucak kucak,
Dostlar beni hatırlasın..."

Ölümü bir başka dilde bu satırlara sığdırabilir misiniz? Diyelim ki sığdırdık, bu dizelerdeki dostluğu bizim anladığımız anlamda yaşatabilir misiniz? Yalnıza Anadolu insanına özgü bu vefaya başka bir vatanın toprağında çiçek açtırabilir misiniz?

Pir Sultan Abdal ise sevda halini böyle betimliyor:

"Abdal Pir Sultan'ım, doldum eksildim
Yemeden içmeden, sudan kesildim
Zülfün kemendine kondum asıldım
Dost senin derdinden ben yana yana..."

Dünyanın hangi köşesinde bizim kadar hissedilir bu satırlar? Biz değil miyiz sevdiğinin zülfünü cebinde gezdiren. Volkan Konak değil miydi "Geçti bizden sevdalık, al cebimden saçları" diyen?

Biz Türk'üz. Bağlama sesinde, davul ritminde, klarnet namesinde hep ve yalnız bizden esen rüzgarlar var...

Yunus Emre'den Nazım'a, Yozgatlı Karacaoğlan'dan Köroğlu'na, Neşet Ertaş'tan Kemal Eroğlu'na bütün şairlerimizin, bütün ozanlarımızın satırlarında, bizim damarlarımızda dolanan aşktan var...

Türkülerde Anadolu'nun aşk çığlıkları, Anadolulu âşıkların sevgi ıslıkları var...

Türkülerde görmediğim Malatya'nın Beydağı'na çıkıyor, Urfa'nın dumanlı dağlarında geziyor, Bitlis'in sokaklarında bir sabah erkenden yalnız başıma yürüyor, Muş'un yokuşlarında nefessiz kalıyor, Sivas'ın yollarında sevdiğini arayan aşığa yarenlik ediyor, İzmir'in konaklarında efelerle dizlerimi yere vura vura zeybek oynuyor ve oradan Bodrum'un Aspat koyunda düşman kovalıyorum. En azından bunların hepsini gözümde canlandırıyor, duygusunu ta içimde, en derinlerde hissediyorum.

Bu yüzden Türkî demiş Mir Ali Şîr Nevaî.
Yalnız biz anlarız diye.
Yalnızca bize ait diye...

Tüm halk ozanlarına, tüm gönül erbaplarına, tüm âşıklara ve aşkın yol arkadaşlarına,
bize hediye ettikleri paha biçilemez,
her satır,
her söz,
her ses için,
minnetle, hayranlıkla, saygıyla...