23 Aralık 2010 Perşembe

(S)inan

"Ben dert ile ah ederdim,
Derdim bana derman imiş..."

Yunus Emre


Sinan’ın hikâyesi doğduğu gün başlamıyor.

Beş yaşına varana kadar, Sinan kaleme alınası bir hayat yaşamıyor.
Anne, baba, iki kardeş, az para / çok bereket, az beklenti / çok minnet yaşayıp gidiyorlar. Derin henüz Sinan’ı tanımıyor o yaşlarda. Aslında Sinan’ı, kendi hikâyesinde başrolü kapana kadar, kimse tanımıyor. Kimse fark etmiyor…

İnsan denenir. Yaşamı süresince ve defalarca… Sinan sadece bir kez denenmiş. Sonrası hep o dersin bütünlemesi. Hep geçtim/kaldım endişesi.

Günlerden bir gün (bir gece olsa gerek), Sinan başını çarpıyor. Biraz sert çarpıyor. Gözlerini açtığında ne görsün? Sinan büyümüş. Hayat Sinan’ı bir kısacık anda yirmi beş sene ileri götürmüş. Kader hayatı ileri sarmış. Hayat Sinan’ın hayatı, ama Sinan bu işten bihaber kalmış.

Hayat geçmiş Sinan’ın karşısına şöyle diyor:
“Çocuğum ne var annen, baban ve iki kardeşin öldüyse, olsun yine de yaşamak güzel. Para, pul zaten dünyada kalır. Bak yaşlı da olsa babaannen var, deden var… Hem büyüdün artık sen, ağabey oldun.”

Sinan hayatın son sözlerini duymuyor. Sesler boğuklaşıyor. Midesi bulanıyor. Hastane odasında, hemşireye seslenecek, kelimeler ağzında karışıyor. El sallayacak Sinan, eli kımıldamıyor.

Sinan o saat itibariyle bir aktör. O andan sonra Sinan başrollerde. Sinan bir dramın tam ortasında. Ve hayat öyle davranmasa da, Sinan bunları yaşarken yalnız beş yaşında…

Derin, yıllar, çok uzun yıllar sonra bir sabah saati, Sinan’la Eyüp sırtlarında çay içiyordu. Sinan oldum olası sever Eyüp’ü. Çocuğuna adını vermiş. Eyüp çocuğunun, Sultan hanımının ismi. Eyüp, Sultan ve Sinan bir kapı aralamışlar, ışık sızdırıyorlar karanlığa. Derin’in çoğu zaman özlediği o ışık, sarı sıcak sızmış bir kez Eyüp, Sultan ve Sinan’ın zihinlerine.

Derin ışığı soruyor.

Sinan “İnanıyorum" diyor.

Sonra derin bir sessizlikle uzun uzun susuyor.

Anlatmak istiyor ama kelimeler aklında birbirinin sırasını kapıyor. Cümleler yolun tam ortasında birdenbire kopuyor.
Gözleri donuk bakıyor.
Ne zaman düşünse hikâyenin başını, kalbinin çarpıntısı kulaklarında çınlıyor.
Elleri soğuyor, buz kesmiş avuçlarını sırılsıklam ter basıyor.

“İnanmamak için her şey tamdı.” diyor.
“Ama inanıyordum. İnadına bir inanç… “İnanıyorum" diyince tartışma bitiyordu. İçimdeki karanlıkla kalbimdeki aydınlığın savaşı bir kelimeyle son buluyordu. İnanç, Musa’nın kılıcı gibi, karanlığın dalgalı denizini tam ortadan ikiye ayırıyor, arasından kendi umut nehrini akıtıyordu. İçimdeki karanlık, utançla başını öne eğerek, tasını tarağını toplayıp evine gidiyordu. Ben böyle geçtim. Başka türlü geçilmiyor.”

Küçük yaşlarda babaannesi öğretmişti Sinan'a bu kelimenin sırrını.
"Birisi sana inanıyorum dediği vakit, sakın tartışma." demişti. "İnancı hiç bir mantıkla, hiç bir kuralla bükemezsin. İnanan birisini, ne kelimeyle, ne nasihatle ikna edemezsin"

Sinan da kendini, kendi inancıyla susturmuştu.

Sonra yine konuştu:

“Karanlık baskındır. Odayı kaplar. Havayı kaplar ve ruhu kaplar. Karanlık ağırdır. Işığı ezer ve umudu ezer. Karanlık hükmeder. Ve en güçlü karanlık, inançtan arınmış topraklarda biter…”

(Derin düşündü. İnancı düşündü. İnanç üzerine daha çok düşünmeyi düşündü.)

Sinan konuşurken Derin ona baktı. Dikkatle ve inceleyerek ve hatta merak ederek… “Gözlerindeki o ışık mı?” diye düşündü içinden.

Sinan konuştu o düşünürken:

“Eyüp çayı çok sever. Üç şekerli ve ılık olacak, içine de pötibör bisküvi doğranacak. Sonra bardağın içinden bisküvi kaşıklanacak. Ve sonra daha da komiği…”

Sinan anlatırken sesler yok oldu havada…
Derin Sinan’a baktı:
Sinan. Si-nan. S-inan. İnan.
“Tesadüf mü?” dedi içinden.
“Bir çocuk doğunca adıyla yaşasın derler. Sinan da adıyla yaşıyor” diye düşündü.
Adının her harfiyle, her hecesiyle…
İnanarak!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder