18 Ekim 2010 Pazartesi

Kabuk

''Kabuğu kırılan sedef üzüntü vermesin sana, içinde inci vardır.”

Mevlana Celaleddin-i Belhi Rumi

Hayat yaralandığında henüz toydu.
Toyluğu yaşından sanmayın... Toyluğu yaşına rağmen yaşamamışlığındandı. Yaşam onun için akmıştı yatağında bir nehir gibi. Nehirleri ise hep dingin bir gölde son bulmuştu. Ya da temiz bir denizle kucaklaşmıştı. İnsan yatağında usul usul akan, her mevsim suyu güvenli limanına kavuşan bir nehirden ne öğrenirse Hayat da onu öğrenmişti yaralanana kadar. Sevgiyi, güveni, bilinen sonlarda bulunan rahat mutluluğu… İşte bu sebeple yaralandığında toydu. Toyluk yaralanmamışlığından geliyordu…

Gürül gürül çağlarken Hayat kendi yolunda, bilmezmiş meğer kendi çağlayanının şiddetini. Su akar, akar da, akarken yıkarmış meğer… Yıktığını, yıkıldığını sularının önünde çekilen taştan bir duvara çarpıp oracıkta bitiverince anladı. Ne zaman taşın soğuğu değdi sularının ılığına, ne zaman taşın soğuğu deldi kalbinin sıcağını, o zaman kendi sularının hışmında, kendi sularının derininde boğuldu Hayat. Nasıl boğulmasın, kalbinin karlı dağlarından aşk güneşiyle erimiş sular nehrini coşturuyor, dalga dalga nehrine kavuşuyor, ancak nehri denizine erişmek hevesini soğuk taş duvarlarda kan revan içinde kaybediyordu. Taş duvarlar sularına halka halka yaralar açıyordu. Yara halka halka kanıyor, kendi kanı kendi sularını bulandırıyordu…

İşte böyle bir zamanda, Zaman’ın Hayat’a en acılı mevsimini yaşattığı, bu mevsimden yağan karların değdiği her yerde derin yaralar açtığı ve Hayat’ın açılan yaraların nice dualar, hınca hınç isyanlar ve nihayet gözyaşları ile kapanmadığına, bir türlü kabuk bağlayamadığına şahit olduğu bu zamanda, Hayat sırrına erdi düzenin. Zaman patrondu. Zaman kendisine isyan eden kölelerine işkence eden eski zamanlardan kalma bir barondu. Zaman önünde diz çöktürüyordu. Zaman hükmediyordu. Zaman teslim alıyordu…

Hayat da, gücünün tükendiği, içinden çağlayan duyguların kendi içindeki taş duvarlara çarparak kalbinin incecik tülden cidarlarını deldiği bir dönemde, teslim oldu Zaman’a. Zaman önce bir karanlık oldu, sızdı zihnine. Hayat umutsuzdu bu karanlık dönemde. Yarası kanıyordu, yarası karanlığın derinlerinde halka halka kanıyordu. Üstelik sadece halka halka değil, yavaş yavaş kanıyordu yarası. Her an kanayabilmek için, her güne yayılarak eksilebilmek için birden ve hızlıca bitirmiyordu menzilini. Yavaş yavaş kanıyordu. Kanı ağır ağır çekiliyordu kalbinin. Ölümü yavaş ve sakin geliyordu duygularının. Hayat ayak seslerini duyuyordu çaresizliğinin. Böyle böyle sığınacak yer arıyordu. Ve işte yine böyle böyle, sevmese de gücünü idrak ettiği, uçsuz bucaksız çiftliğine sonsuza değin misafir olduğu Zaman'ın kanatlarının altına sığınıyordu… Sığınacak sadece onu biliyordu.

Zaman ağır geçiyordu. Bu yavaşlıkta bir sır vardı oysa. İnsan ancak zamanla sever. Emekle sever. Anıyla, hatıratla, iyiyle, kötüyle sever… Hayat da işte bu ağır ağır geçen zamanda, Zaman’ın hükmünde geçirdiği bu yavaş günlerde, giderek ve bilmeden seviyordu Zaman’ı. Her biçare anda bu defa daha da istekle koşuyordu onun kanatlarının altına. Zaman her defasında daha sıcak sarıyordu Hayat’ı. Giderek sesleri, renkleri karışıyordu birbirine. Zaman aktıkça Hayat büyüyordu. Hayat büyüdükçe Zaman daha hızlı akıyordu. Zaman hız kazandıkça Hayat güçleniyor, kalbinin tülden duvarları bu hız treninde bu defa umutla havalanıyordu. Karanlık bu defa parlak bir gün ışığı gibi sızıyordu Hayat’ın zihnine. Güneş halka halka yaraları kurutuyordu. Kurumaya yüz tutan yaralar ince ince kabuk tutuyordu. İnce kabuklar iyileşme haberi taşıyordu. İyileşme umudu yaraların madenindeki mutsuzluğu eskitiyordu. Umut mutsuzluğu dört harfiyle yeniyordu. Umut mutsuzluğa galip geliyordu…

Kabuk iz demektir. Her kabuk düşer. Her kabuğun altından yeni deri belirir. Daha açık renkte, daha genç bir vücuttur kabuğun gizlediği. Kabuktan sıyrıldığında pürüzsüz bir pembelikte doğar dünyaya. Hassas ve kırılgan, inançlı ve heveslidir. Toydur ama tazedir. İnce ancak dirençlidir. Yanmış ve yeniden doğmuştur. Bu sebeple kabuk iyiliğin, iyileşmenin, izi ise yaranın yaralanmanın habercisidir. Yara ise iyileşmenin sözcüsüdür. Yara yaralanmayı bilmek demekse, yaralanmayı bilmek büyümek demektir. Bu sebeple kabuk bilgi, izi ise bilgeliktir…

Bütün bunları Zaman öğretmişti Hayat’a…

Birbirlerinin kuytusunda dinlendikleri saatlerde bu resimleri çizmişti kumsalına. İlk dalgada resim silinmiş, Zaman bu defa aynı resmi Hayat’a çizdirmişti. İşte böyle böyle Hayat iyileşmeyi resmetmeyi öğrenmişti. Zaman Hayat’ın gözlerine yaranın resmini, kabuğun altında yatan yeniliğin hayalini üflemişti. Zaman’ın üflediği nefeste Hayat nefes kesen bir umutla yarayı sevmeyi öğrenmişti…

Hayat yaralanmayı bildiğinden,
Kabuk tutmayı da öğrenmişti.
Kabuk tutmayı bildiğinden,
Bir daha korkmamayı da öğrenmişti yaralanmaktan.
Korkmadığından olsa gerek,
Bir daha yaralanmamıştı halka halka.
Halka halka kanamamıştı.
Halka halka yaralara kat kat kalkan olmuştu kabuğundan kalan iz.

İncecik bir iz, gölgeli bir iz, belli belirsiz bir iz, eski bir yaradan kalma silik bir iz, bazen hayat kurtarır. Hayat hayatını o ize borçlanmıştı… İz hayatını kurtarmıştı.

Zaman’ın dediğine göre,
İz kabukta,
Kabuk yarada,
Yara halka halka kanda,
Kan ise katmer katmer canda gizliydi…

1 yorum:

  1. Aşk o yüce mimar,beden evimi kurunca; Aşk dersini yazdırdı her dersten önce. Sonra bir parça altın koparıp yüreğimden; Bir anahtar yaptı mana hazinelerime.ÖMER HAYYAM

    YanıtlaSil