6 Ocak 2011 Perşembe

Türkî - En Saf Aşk Hali

"Pir Sultan Abdal'ım gülüm dermişler,
Bu şirin canıma nasıl kıymışlar,
İster isem dünya malı vermişler,
Sensiz dünya malı neylerim dostum..."

Pir Sultan Abdal

Türkü kelimesi ilk kez 15. yüzyılda dönemin ünlü mimar, devlet adamı ve şairi Mir Ali Şîr Nevaî tarafından kullanılmış. Kendisi Türkî kelimesini "Türk'e ait olan" anlamında kullanmış. Halk ozanlarının çığırışlarında, duygularını dışa vuruşlarında, özlem, ayrılık, aşk ve ölüm depremlerini haykırışlarında sadece Türk'e ait olan bir renk olduğunu düşünmüş olmalı...

Hakikaten türküler yüzyıllardır yalnızca bizi anlatıyor. Uyandırdığı bütün duygular yalnızca bizim anlayabileceğimiz cinsten. Bize özgü seviş, bizim gözümüzde ayrılış, bizim kalbimizde özlem, bizim içimizde aşk ve bizim evimizde ölüm nasılsa, türkülerde tam da öyle... Ezgilerinde o kadar biz varız ki, çoğu zaman yöresini bilmediğimiz bir türkünün sadece ilk notalarında kendimizi sılada buluveriyoruz. Ancak türküler bizi kalbimizden kavrayıp götürüveriyor memlekete, özlenene, sevgilinin dizlerine, umut edilen ve beklenene...

Halk ozanlarına âşık da derler. Burada âşık saz çalarak türkü okuyan halk şairi anlamında kullanılıyor. Ancak kelimenin eşseslileri ile aynı vücutta buluşması bir tesadüf mü? Hayır. Halk ozanları türkülerinde ancak gözü kadar âşıkların dile getirebileceği sevdalardan bahsediyor. Bu sevda kimi zaman ölüme yürüyen sarı gelin, kimi zaman alevi üşüten Mihriban, kimi zaman uğruna semah edilen büyük Dost, kimi zaman darağacına götüren özgürlük hasreti oluyor... Konu ne olursa olsun, âşıklar nihayetinde tek bir noktada buluşuyor: Âşıklar tutkuyu sese ve söze dönüştürüyor. Üstelik bunu sadece bizim anlayabileceğimiz biçimlerde yapıyorlar.

Âşık Mahsuni aşkı şöyle anlatıyor:

"Kula ruhsat verir padişah kılar,
Şahı mecnun edip çöllere salar,
Aşkın bir zerresi bin dağı deler,
Güneşe pas çekip duman eder aşk..."

Bu dizeleri İngilizceye çevirebilir misiniz? Çevirseniz de içine bu lezzeti ekleyebilir misiniz?

Âşık Veysel ölüme yürürken sevdiklerini şu satırlarla selamlıyor:

"Can bedenden ayrılacak,
Tütmez baca, yanmaz ocak,
Selam olsun kucak kucak,
Dostlar beni hatırlasın..."

Ölümü bir başka dilde bu satırlara sığdırabilir misiniz? Diyelim ki sığdırdık, bu dizelerdeki dostluğu bizim anladığımız anlamda yaşatabilir misiniz? Yalnıza Anadolu insanına özgü bu vefaya başka bir vatanın toprağında çiçek açtırabilir misiniz?

Pir Sultan Abdal ise sevda halini böyle betimliyor:

"Abdal Pir Sultan'ım, doldum eksildim
Yemeden içmeden, sudan kesildim
Zülfün kemendine kondum asıldım
Dost senin derdinden ben yana yana..."

Dünyanın hangi köşesinde bizim kadar hissedilir bu satırlar? Biz değil miyiz sevdiğinin zülfünü cebinde gezdiren. Volkan Konak değil miydi "Geçti bizden sevdalık, al cebimden saçları" diyen?

Biz Türk'üz. Bağlama sesinde, davul ritminde, klarnet namesinde hep ve yalnız bizden esen rüzgarlar var...

Yunus Emre'den Nazım'a, Yozgatlı Karacaoğlan'dan Köroğlu'na, Neşet Ertaş'tan Kemal Eroğlu'na bütün şairlerimizin, bütün ozanlarımızın satırlarında, bizim damarlarımızda dolanan aşktan var...

Türkülerde Anadolu'nun aşk çığlıkları, Anadolulu âşıkların sevgi ıslıkları var...

Türkülerde görmediğim Malatya'nın Beydağı'na çıkıyor, Urfa'nın dumanlı dağlarında geziyor, Bitlis'in sokaklarında bir sabah erkenden yalnız başıma yürüyor, Muş'un yokuşlarında nefessiz kalıyor, Sivas'ın yollarında sevdiğini arayan aşığa yarenlik ediyor, İzmir'in konaklarında efelerle dizlerimi yere vura vura zeybek oynuyor ve oradan Bodrum'un Aspat koyunda düşman kovalıyorum. En azından bunların hepsini gözümde canlandırıyor, duygusunu ta içimde, en derinlerde hissediyorum.

Bu yüzden Türkî demiş Mir Ali Şîr Nevaî.
Yalnız biz anlarız diye.
Yalnızca bize ait diye...

Tüm halk ozanlarına, tüm gönül erbaplarına, tüm âşıklara ve aşkın yol arkadaşlarına,
bize hediye ettikleri paha biçilemez,
her satır,
her söz,
her ses için,
minnetle, hayranlıkla, saygıyla...

1 yorum: