24 Kasım 2010 Çarşamba

Anlamak (7 Kelime)

"Annelerin ninnilerinden,
spikerin okuduğu habere kadar,
yürekte, kitapta ve sokakta yenebilmek yalanı,
anlamak, sevgilim, o, bir müthiş bahtiyarlık,
anlamak gideni ve gelmekte olanı."

Nazım Hikmet Ran


Bir yazı düşündü Derin, çok kısa. Yedi kelime sığacak en fazla her satıra. Üç beş sözde bitecek cümlenin diyeceği. Anlatacak hem geçmişi, hem de geleceği.

Yazıya duyguyu Derin koymayacak. Duygu nasılsa koşarak, kendi yerini bulacak. Derin kapıyı açacak, duygu içeri girecek. Bir yazı yazacak Derin, çok kısa. Derinlerden duyulması kısa sürecek...

Fikir şuradan geliyor: “İnsan yalnız, ve kendiyle yaşıyor... Kalbe veriyor hesabını. Özde geçiyor hesaplaşma. Düşte buluyor en yalın cevabını.”

Öyle değil mi gerçekte ve aslında? Yalnız kendi var insanın her an yanında. Kendinle dost olmak farz eninde sonunda. Yoksa nasıl geçsin yatma vakti telaşları? Nasıl dinsin gururun göz yaşları? Nasıl sussun vicdanın gürültüsü? Nasıl dursun üst üste, aklın mihenk taşları?

Elbet düşer insan kendi olmazsa. Kendini aynada sevmezse, aynada saymazsa. Ayna ki, yansıtır bütün hisleri. Hisler bir ileri, hisler beş geri... Ama olsun dedi Derin, umut var. Yeniden başlamak var. Yollarca yürümek, yıllarca koşmak var. Kendinle çelişerek, kendine yenilmek var. Kendinle yarışarak, kendine geçilmek var. Her şey var şu hayatın içinde. Kendin yoksan gel görelim seçiminde, yaşamak yok. Yaşlanmak var. Kaçtığın kendinsen, kaçış yok. Kendine takılmak, kendinde boğulmak var.

Derin düşündü, ne güzel demiş Nazım. "Anlamak gideni ve gelmekte olanı". Anlamak, önce özünü anlamakla başlamalı. Anlamak kendi çevreni, kendi çapını. Anlamak seni gerçekten “sen” yapanı. Anlamak seni senden en çok mahrum koyanı. Anlayınca anlayış göstererek, salıvermek derinlerde yatanı. Koyuvermek aklın zincirlerini, bakmak kalbin penceresinden... Görmek gönül gerçeklerini. Ve silmek dert denen yılanı. Görmek içimizde olanı. Ve tutmak korkmaksızın, hayat denen yalanlardan artanı...

19 Kasım 2010 Cuma

Görmek

"İki parmağının ucunu gözüne koy. Bir şey görebiliyor musun dünyadan? Sen göremiyorsun diye bu alem yok değildir."

Mevlana Celaleddin-i Rumi


Herkes görmek ister. Daha fazla görmek. İleriyi, geriyi, kimsenin göremediği kadar küçük detayları, gözbebeğine sığmayacak kadar büyük olayları, saklananı, üstü örtülü olup ucu azıcık açıkta kalanı, görmekle öğreteni, görmekle düzen bozanı, can yakanı... Görmek isteriz.

1608 yılında Hollanda'lı gözlük üreticisi Hans Lippershey teleskopu icat etmiştir. Böylece insan Tanrı'nın kendisine bağışladığı görmek becerisine isyan etmiştir. Teleskopun icadı ile birlikte uzakları, çok çok uzakları görmek mümkün hale gelmiştir.

Ve çok daha sonraları gece görüş gözlükleri icat edilmiştir. Ve böylelikle sadece çok uzakta olanlar değil, karanlıkta kalanlar da görünür hale gelmiştir. Karanlığın korkutucu gücüne bir isyandır bu buluş da. Bu buluşla da, insan, Tanrı'nın kendisine bağışladığı akıl aracılığıyla, Tanrı'nın yeterli bulduğu beceri seviyesinin bir kez daha ötesine geçmiştir.

Ve daha sonraları, aralardaki mesafelere rağmen görüşü sağlayacak icatlar gelmiştir. Örneğin 1923 yılında, Amerika'lı James Jargeson'un, İngiltere'nin bir kasabasında, televizyonu icat etmesi ile birlikte, artık sadece uzakta ve karanlıkta olanlar değil, başka kıtalarda olup bitenler de görünür olmuştur göze. Ve bizim şahit olduğumuz "asrın en büyük icadı" internetin keşfi ile canlı yayın araçlarına ve büyük yatırımlara gerek kalmaksızın dünyanın her yeri görülebilir, görüntülenebilir hale gelmiştir.

Tüm bu buluşlar sonrasında İnsanoğlu’nun görmek ve görünmek arzusunun göreceli olarak azalmış olduğunu düşünebilmemiz gerekir. Erişmek bu kadar kolay olmuşken, buluşmanın da bir o denli mümkün olduğunu düşünebilmemiz gerekir.

Düşünebiliyor muyuz?

Hayır.

İmkansızı başaran, evrendeki yıldızları evinden seyreden, binlerce kilometre uzaktaki sevgilisini bir tuşla karşısındaki ekrana getiren, çok uzaklardaki bir şehirde basket oynayan bir sporcunun alnından akan tere, başka bir saat diliminde, daha o ter damlası sporcunun şakaklarından süzülmemişken şahit olan İnsanoğlu’nun, görmek açlığı günden güne bilenmiştir içinde. Uzaklar yakın olmuşken, yakındakiler, sadece bir nefes uzaktakiler görünmez olmuştur. İnsan heybetli dağların tepelerini görebilmektedir şimdilerde, oysa o ihtişamlı tepelere giden ince patikalar görünmez olmuştur. Zira tarihin yazdığı ilk günlerden beri, zirveye, en tepeye, gerçekten arzu edilene giden yol, ancak kalbin gözleriyle görülebilmektedir. Ve kalp şimdilerde, kuytu bir köşede kalmış, çok eski ancak çok kıymetli bir fotoğraf makinesi gibi yenilmiştir zamane icatlara. En güzel açıyı göstermek, hayatın en yalın ve kusursuz fotoğrafını çekmek için sessizce beklemektedir...

Tanrı insanı yaratırken onlarca mucize yarattı... Uyumak örneğin. Her akşam büyülü bir kuyuya dalmak ve her sabah yeniden güvenle geri gelmek dünyaya. Akıl mesela. Atomu parçalayan, hayat kurtaran akıl... Ve sadece insan bedeninde yaratmadı mucizelerini. Doğayla çevreledi insanı. İnsanın ayaklarına serdi nimetlerini. Güneşi her sabah doğurdu, her akşam ayın ışığını güneşin sıcağınının yerine koydu. Denizleri köpürttü, dağları yükseltti. Topraktan türlü türlü ağaç bitirdi ve ağaçların dallarında sayısız lezzet yetiştirdi. Ve tüm bunları görecek, dokunacak, duyacak, koklayacak ve lezzetlerini damağımızda hissedecek duyular verdi. Önce bizi, sadece bizi ve sonra bizim için çevremizi resmetti.

Ve tüm bunlardan sonra kalbimizi, düşlerimizi ve ruh eşlerimizi yarattı... Yarattığı bunca güzellik karşısında kayıtsız ve yalnız kalmamızı istememiş olmalı. Sevmeyi, oyunun bir parçası ve hatta olmazsa olmazı olarak düşünmüş olmalı.

Görmek, duyularımızdan sadece bir tanesi... Ancak gerçekten görmek, tüm duyularla mümkün... Ve ancak kalp gözüyle görmek sevmeye eş değer...

Görmek,
Bir çocuğun gözlerindeki yardım çağrısını.
Bir dostun sesindeki ince dargınlığı,
Kardeşin dokunuşundaki sevgiyi görmek,
ve,
Sevdiğinin içindeki gerçeği görmek...

Sadece güzellikleri görmek değil,
Bazen de yaraları görmek.
İyileştirmek için, gönül gözüyle, acıları görmek.

Görmek,
Aslen çok görünür olup, sözlerin çok altında yatanı...

Görmek,
Bir an için gözlerden hızla geçen endişeyi,
Görmek, derde dert katanı...

Görmek huzuru, durgunluğun altında.
Güveni görmek yıllarla eskiyen ilişkilerde.
Görmek geleceği, elini tuttuğun dostun sıcaklığında,
ve,
Görmek korkuyu,
Sevdiğinin yokluğunda...

Görmek daha fazlasını, ve daha derini,
Ve görmek gerçek Derin'i,
Gözle değil,
Kalple mümkün...

Gönül gözüyle,
Aşkla mümkün...

14 Kasım 2010 Pazar

Bir Satışçının Hayat Dersleri - 3 Altın Kural

Bir satışçının satıştan öğrendiklerini hayatına uygulayabildiği gün kurtuluşunun ilk günüdür diyebilir miyiz?

Kesinlikle...

Hatta daha da ileri gidip, o gün yeni bir hayata doğmuş bile sayabiliriz kendisini. "Satışı hakkıyla yapış" ile "Hayatı layıkıyla yaşayış" arasında müthiş kesişim kümeleri var. Sanki satış kendiyle başlıyor insanın. Ve hayattaki hedeflere ulaşmak için mutlaka iyi bir satışçı olmak gerekiyor. Hedef her ne olursa olsun... İster rakamlar vesilesiyle ulaştığınız maddi prim, ister sevdiğiniz kişilerin gözünde yaptığınız manevi prim...

Gelin iyi satışçı olmanın akla en çabuk gelen üç altın kuralını evirip çevirelim şimdi...

Kural 1:


"Önce dinle, bırak müşterin konuşsun!"

Satışçı sahne insanıdır. Başka türlü günde beş müşteri ve her müşteride ortalama üç şikâyet / beş beklenti yönetilemez. Satışçı alkışla yaşar. Ha satışçı, ha sanatçı... Problem çözmüş satışçının kendisini hayat kurtarmış doktor psikolojisinden çok uzak gördüğünü sanmayın. Satışçı sahne insanıdır. Işıklar üzerindeyken konuşmayı, anlatmayı ve kendi ışığını etrafa saçmayı sever.

İşte bela da burada başlar...

Çünkü her türlü iletişim kazasının müsebbibi olan "dinleyememe" hastalığı ortalama satışçıların en vahim rahatsızlığıdır. Kendine güveni tavan yapmış satışçı/sevgili, müşterisini/sevgilisini, içinden taşan bilgi/ilgi nehri ile yıkamak ister. Oysa bir bakmak gerekmez mi? Karşınızdaki yüzmek istiyor mu sizin gürültülü nehrinizde? Yoksa yüzme bilmiyor mu mesela sevgili/müşteri? Ya da sıkılıyor mu sürekli fışkıran bu enerjiden? Kendisini sessiz sakin dinleyecek, huzur verecek bir rakibe av mı olmak üzere yoksa? Alkışlamak değil, biraz da o mu alkışlanmak istiyor?

Satış şöyle der: "Bırak konuşsun. Derdini anlatsın. Şikâyetini sonuna kadar döksün. Ve hatta izin ver, üstüne gelsin. Bulamıyorsa, sen küçük bir açık ver. Zaafını gördüğünü zannetsin. İnsan psikolojisi şunu söyler: Kim ki karşısındakine azıcık fazla yüklenir, fazla şikayet eder, fazla söylenir, o kişi, bir garip suçluluk duygusu ile, bir sonraki ihtilaf durumunda her zamankinden fazla hoşgörü gösterir."

Şu akıllı kadınlar örneğin, "Kocam her şeyin en iyisini bilir"ciler... "O ne derse o olur"cular. "O hep halklı çıkar"cılar... Bu kadınlar sessizdir. Sessiz ve derinden bitirirler işleri. Evde sesi duyulan kocalarıdır. Ancak kocalar sadece sessiz karılarının beklentilerine dublaj yapmaktadır. Farkında bile değillerdir üstelik...

Kural 2:


"Beklentiyi düşük tut, beklenenden fazlasını ver!"

İlişkilerinde saçıyla süpürge arasında pozitif korelasyon kuran, "leb" demeden "leblebi helvasını" yanında bir çay ve ihtiyaç durumunda kullanılacak bir peçete ile gümüş bir tepside sevdiğinin kucağına koyan kişiler hakkında bir bahis açsak, bahse girerim bahisçilerin yüzde doksanı bu cins için "canım" la başlayıp "yazık" la biten cümleler kurarlar. Bunlar asker ruhlu, geyşa genlidir. Müşteri/sevgili tarafından sömürülerek müşteki konumuna düşer ve hatta bir süre sonra beklentileri yönetememekten kaynaklı özgüven bunalımına sürüklenerek, Japonya'da olsak harakiri yapmak, Türkiye'de olduğumuz için sürekli ağlayıp sızlanmak suretiyle hayatlarının mutlu sayfalarına son verirler.

Oysa satış şunu söyler. "Mırın kırın et, yok tarafını yukarı getir, beklentiyi karşılamanın ne zor olacağını müşteriye/sevgiliye iyice anlat. Beklentisi iyice düştüğünde geri çekil ve havada en şahane saltonu at... En fiyakalı gösterini yap. Beş isteyerek yola çıkmış kişiyi ikiye ikna et ve yedi vererek kendine aşık et. Müşterinse sadakat yemini etsin. Sevgilinse aşık olsun, yörüngene girsin."

Kural 3:


"Bir sessizlik anında, sessizliği ilk bozan oyunu kaybeder!"

Satışçı tez canlıdır. Müşteri ile karşı karşıya kaldığı anda, zafer bayrağını bir an evvel müşterisinin zihnine dikmek için durmaksızın adrenalin pompalar. Oltasını atar müşterisinin kalbine ve son hızla çekmek ister. Müşterisinin kalbinden yakaladığı bereketli balıkları omzuna atarak akşam yorgun ve muzaffer bir eda ile köyüne dönmek ister... Satışçı avlanarak eşine bakan gür ve parlak yeleli bir aslandır. Güçlüdür ama gel görelim sabırsızdır...

Sevgili/müşteri karşısında tüm ihtiyaçlar ve beklentiler dinlenmiş, söylenecek tüm sözler söylenmiş ve beklentileri karşılayacak tüm çözüm önerileri makul bir süre içerisinde getirilmiş ise ve tüm bunlara rağmen sevgili/müşteri yetinmemiş ve yine de memnuniyet sergilememiş ise, işte tam o noktada susmak gerekir... Sessizlik en gürültülü savaştır aslında zihinler arasında yaşanan. Sessizlik güç gösterisidir. Sessizlik "artık benim atacak adımım, söyleyecek sözüm yok, sen adım at" demenin en kibar yöntemidir. Oysa biz ne yaparız? Son önerimizi tekrarlamak için de olsa açıklama cümlelerine girişiriz sessizlik anlarında. Ve tam o noktada biteriz. İstekliliğimizi fazlaca beyan etmiş konuma düşeriz. Sessizliği bozarak, mağlubiyeti sessizce kabulleniriz. Örneğin, aramayan sevgiliyi aramak için bahaneler üretiriz. Geri adımların en büyüğünü, sessizliği bozduğumuz o küçük anda atıveririz...

Oysa ünlü filozof Pisagor şunu söyler: "Ya sus, ya da susmaktan daha değerli şeyler söyle."

Satış ise şöyle der: "Bazen sessizlik iyidir. Müşterinin gözünde saygınlık kazanmak anlık olarak para kazanmaktan daha önemlidir. Son sözü söylediğin noktadan kıpırdamak, müşterinin güven algısını yerle bir eder. Bırak, sözün bittiğini anlasın. Bırak hayır demek için bile olsa sessizliği bozarak ilk geri adımı o atsın. Ancak o zaman "hedefe ulaşmak için her şeyi yapacak satışçı" modelinden ayrılırsın. O zaman müşterinin sadece parasını değil, saygısını kazanırsın."

Bu üç kural bize şunu söylüyor:

İyi bir satışçı olmak, kazanan tarafta kalmaktır.

Satışı içgüdüler tetikler ancak akıl ve stratejiler kapatır.

Hedef ne olursa olsun dinlemeden, dinlediklerimizi algılayarak, beklentiyi verebileceklerimiz doğrultusunda dürüstlükle yönetmeden ve elimizden gelen her şeyi yaptıktan sonra sessizliğe bazen zor da olsa sabretmeden satış yok!

Sadece satış olmasa yine iyi.

Bu üç kuralı göz ardı ederek ulaşılabilen bir mutluluk formülü de yok!

12 Kasım 2010 Cuma

Derin'den Kalp'e Mektup Var!

"Kalbi ve sözü bir olmayan bir kimsenin, yüz dili olsa bile , o yine dilsiz sayılır."

Mevlana Celaleddin-i Rumi

“Değerli dostum,

İnsan neden başı dara düşünce daha keskin hissediyor eksikliğini bir sıcak sözün? Bugün seni çok andım. Dedim ki “O olsa, şimdi başbaşa verir, çıkardık iyi, kötü bir düzlüğe.” Oysa seninle aramıza ne çok şey girdi. En yakınımdan -itiraf ediyorum- biraz da ben savurdum seni ancak mektupla erişilecek yerlere... “Ah gençlik!” diyorum... Şimdi farklı düşünüyorum. Fayda eder mi dersin?

Ama sen de kabul et, sen de çok estin, çok gürledin benim o toy zamanlarımda. Bir gün yanımda, bir gün tam karşımdaydın. Bir dost hem sevinci, hem kederi aynı hikayede yazar mı? Bazen sevinir bazen üzülürsün de, bir masalda sevinçle hüzün aynı satırda anlatılır mı? Evet anlatılırmış. Ama ben o zaman gençtim, hayatın aslında senin bana öğretmeye çalıştığın yüzünü öğrenmeme daha çok vakit vardı. Çocukları mazur görmek gerekir, acımasız olurlar. Ben de çocuk ruhluydum. Sen beni ittikçe kendi kenarlarıma, ben kaçtım senden. Baktım kaçmakla kurtulamıyorum, çocuk gibi kızdım sana. Kızgınlığım girdi aramıza. Öfke zamanla geçiyor, ama bir kez öfkelenmiş olmak büyüyü bozuyor. Büyüyü bozan bendim biliyorum, ama senden de beni bugün anlamanı istiyorum. Sen de durulmuş olmalısın artık. Öyle değil mi?

Bugün hesap yaşımdayım. Bu yaşta kara kaplılar açılıyor karşına bir bir. Zaten açılmasalar da, bak etrafına, anlıyorsun nasıl yaşadığını. Ben de senden ayrı geçirdiğim zamanların hesaplaşmasını yapıyorum kendimle bugünlerde. En çok da şunu merak ediyorum: rotama benim inadım hükmetmese, korkularım rüzgar olup yelkenimi ele geçirmese, şimdi benim güvertemden nasıl bir resim görünürdü? Bir dost insanın kaderini değiştirir mi? Dostun adı senin adın olunca, korkarım “Evet”miş cevap. Bugün hesap yaşında görünüyor bunlar. Erken yaşlarda gözlerde gençliğin endişe perdeleri varken, sevmek bile zorken, teklikeliyken böyle görünmüyordu dünya. Şimdi korkulardan kaçarak feda ettiğim hayaller gece rüyalarımda. Şimdi uyumaya korkuyorum. Ne zaman uyusam rüyalarımda senin elinden tuttuğum bir hayatın rengarenk resimlerini görüyorum. O resimler kabus benim için... Zira sabah oluyor ve ben renksiz dünyama uyanıyorum...

Kadim dostum,

İnsan sevdiği şeylerden ayrı kalınca tüm ayrılıklara bir sağduyu geliştiriyor. Bir yavru kedi görsem sokakta, “Annesini özlemiş midir?” diye düşünüyorum. Havaalanına düşse yolum, kalbim vedalaşanlara dayanamıyor, başımı öne eğiyorum. Gazetelerdeki ölüm ilanlarını okur oldum. Şu, kişilerin isminden önceki paragraf ne kadar uzunsa, o kadar büyük oluyor ayrılık acısı sanki. İçim sıkılıyor. Gözümde ayrı kalacakları günlerin hüznü eti ve kemiğiyle canlanıyor. Yine de alamıyorum kendimi, ayrılık düşü çekiyor sanki beni. Ve inanır mısın, gözüm her gün, ben istemesem de, en az bir kaç ayrılık resmine değiyor. Her değişinde seni hatırlıyorum. Ne de olsa sen benim en büyük ayrılığımsın. Senden ayrılınca, senden geriye kalan benden de ayrılmışım. Bunu şimdi görüyorum... Ama bundan öte, sağduyum bir de seni düşünmeye zorluyor beni. Bu ayrılığın bir de “Sen” tarafı var değil mi? Dost gönüldaş demek. Ben giderek sadece beni senden değil, beni benden ve bir de seni benden mahrum kılmışım. Keşke seni ne kadar üzdüğümü anlayamayacak kadar az üzülseydim ben de şimdi. İnat dediğin kara bulut keşke yaşla dağılmasaydı. Gurur denilen yaralı aslan keşke yıllarla pes etmeseydi, ruhuma saldırmaktan vazgeçmeseydi... Gitti işte şimdi bunlar. Ne inat, ne gurur var. Hayalimde bir sen varsın, bir de senin tarafında kalarak yaşayabileceğim hayatın resmi var... Resim dağılmıyor. Hesap yaşında o resim her gün daha derinleşiyor tuvalinde. Boya ruhunun köklerine daha çok nüfus ediyor. Hayatımı senden yana olarak geçiremedim, ama hesap zamanındaki tüm günlerimi hayalimdeki resmin yanında geçiriyorum. Korkarım bu hep böyle olacak...

Sana yıllar sonra şunun için yazıyorum:

Bana beni anlatır mısın?

Ben nasıldım? Bana beni hatırlatır mısın?

Sen ve ben dostken, mevsim yalnız olduğum “güz”den, rüzgarlarımızın bir olup hızla estiği “biz”e döndüğünde nasıldı Derin?

Hatırlamak istiyorum.

İnsan hesap mevsiminde hatıratın esiri oluyormuş. Bak şimdi bir de bunu anlıyorum...

Hasretle, dostlukla, sevgiyle...”

Derin

5 Kasım 2010 Cuma

Kurşun

“…Aşk mısın, dert misin, yoksa canına susamak mı benimki?
Hayatı kovalamak mı dörtnala bu evden?
Uyudum, uyandım. Hala anlamadım...”


Kurşun namlunun ucunda bekliyordu.

Sabırsız ve müdanasızdı. Gideceği yer değildi önemli olan. O, menzilini tüketmek istiyordu. Barut Kurşunun içinde çalkalanıyordu. Bir sağ duvara, bir sol duvara çarparak ateşin kokusunu arıyordu. Ateşe değdiği an arkasına bakmadan son nefes koşacaktı. Sessizliği bıçak gibi kesecek, kaderinin kılıfını gürültüyle yırtacaktı.

Şimdi bekliyordu…

Burun delikleri açılmış, gözlerine kan oturmuş, ayaklarını toprağa sürte sürte kırmızının kışkırtıcı davetini kollayan bir boğa gibi, şimdi bekliyordu…

Beklemek mümkündü. Vazgeçmişler için, yorulmuşlar ve umudunu yitirmişler için beklemek elbette mümkündü. Ama bir Kurşun gibi, tutkularınız önce erimiş, sonra kaynamış ve koyulaşmışsa, ihtiras zihninizi zehirlemiş ve sizi namlunun ucuna elleriyle uğurlamışsa, beklemek ölümdü. Bir küçük kıvılcım için yalvarıyordu Kurşun. Gözle görülmeyecek kadar küçük, el yakmayacak kadar güçsüz bir kıvılcım ok gibi fırlatacaktı onu yerinden. Şimdi o kıvılcımı arıyordu namlunun ucunda beklerken. Kıvılcımı çağırıyordu. Kim yanmak ve parçalanmak ister? Kim çıkacağı yolu bilmeden ömrünü son hızla harcamak ve nihayet bilmediği bir vücutta sonlanmak ister? Kurşun istiyordu… Hatta sadece istemiyor, yana yakıla kendi sonunu çağırıyordu…

Ve bir anda çaldı çanlar… Bir duman, bir sis, bir giz sardı etrafı. Ateş yaladı geçti Kurşun’un yüzünü. Mahşer yerine döndü namlunun ucu. Bir çığlık koptu namlunun dudaklarından. Hani insan bazen bilir gidenin dönmeyeceğini. Bazen kapı kapanır ve yalnızlık yerleşir evin duvarlarına. Bazen en gürültülü ana sessizlik hükmeder. Deniz kabuğunun uğultusu kaplar kulakları. Bazen resim kalabalıktır ama ressam yalnızdır fırçanın ucunda. Ressam resmin kaderini biliyordur. Resmin göze en güzel hali, ressamın son fırça darbesini vurduğu an, yazının en vurucu yeri, son noktanın konduğu satırdır ama ressam resimden ayrılıyordur son fırça darbesinde ve yazar yazısı ile vedalaşıyordur aslen... Namlu da böyle hislerle Kurşun’un arkasından bakıyordu. Nereye gittiğini ve neden dönmeyeceğini bilerek…

(Aşk Kurşuna benzer. Kalbe saplanan, zihne saplanan bir Kurşun... Küçük bir kıvılcımla tutuşan dev bir yangın. O ateşin peşine düşüp yurdunu, köklerini terk eden bir gezgin. Adresi olmayan bir yolcu. Aşk Kurşuna benzer. Yolunu yürümek ister. Nefesini tüketmek ister. Işığını sonuna kadar saçmak, kokusunu bitene kadar yaymak ister. Aşk Kurşuna benzer. Menzilini son hız bitirmek ister. Girdiği vücudu kanatmak, açtığı yarayı zehriyle yaşatmak ister. Aşk Kurşuna benzer. Hızlıdır. Keskindir. Tehditkar ve tehlikelidir. Aşk Kurşuna benzer. Ateşi gördüğü anda yanmak ister…)

Kurşun böyle fırladı namludan.

Rüzgarı yırtarak koştu, koştu... Gözlerini kapattı koşarken. Kalp atışlarının hızını hissetti. Gözlerini kapattı yine. Başı dönüyordu. Sanki içi çekiliyordu. Sanki bir kuvvet onu hızla kendine çekiyordu. Sanki bir tünelde gidiyordu. Tünelin ucunda karışacaktı bir vücuda. Tünelin sonunda Kurşun akıtacaktı zehrini. Kanatacaktı değdiği yeri. Kan dolacaktı göz bebeklerine. Kanın kokusunu alıyordu. Kırmızı bir koku. Aşk kokusu…

(Aşk Kurşuna benzer. Zehirlidir. Gerçek aşk, yara içinde gizlidir. Aşk Kurşuna benzer. Bir anda bir ateş değer kalbe. Kurşun artık içeridedir. Zehir kana karışmakta, aşk kan dökmektedir. Aşk Kurşuna benzer. Ömrü boyunca namlusundan ayrılmayı bekleyen, namluyu terk ederken geri dönüşü olmayan bir yola girdiğini bilmeyen Kurşuna benzer aşk… )

Ve,

Kurşun ok gibi fırladı namludan,
Aşk bir anda ezdi mantığı.
Kurşun ansızın saplandı kalbe,
Aşk nehir oldu, çağladı geceden, vardı gündüze.
Kurşun akıttı zehrini vücuda,
Aşk, zehirli bir sarmaşık gibi, sarıldı umuda.

Kurşun son hızla fırladı namludan,
Aşk son sürat kapladı dünyayı,
Aşk kör bir Kurşun oldu,
Kanattı, kanattı ve kanattı yarayı…