20 Eylül 2010 Pazartesi

Kül

"Gönülde kokan her gül, kül sırlarından bahisler açar."

Mevlana Celaleddin-i Belhi Rumi

Kül mevsimi her şehre tarihinde sadece bir kez gelirmiş.

O mevsimde gökyüzünden yeryüzüne kül yağar, toprak, su, ateş, çiçek, ağaç, ağaçtaki kuş, kuşların kanadındaki düş, düşlerin derinindeki bekleyiş küle çalarmış. Gri, savruk, belirsiz bir rüzgâr esermiş kül mevsiminde. Derler ki evler, evlerde yaşayan şehirliler, köylüler ve onların gönüllerindeki tüm sevgiler bu rüzgârın etkisiyle olsa gerek, bulanıklaşır, soğurmuş. Kül tüm şehre hakim olur, şehir küllere teslim olurmuş.

Derler ki Tanrı kullarını kül mevsimiyle sınar, ancak küllerinden doğan kullarından razı olurmuş.

Küllerin etrafı bastığı bir gün, az nüfuslu bir köyün, tek odalı evinde doğdu Sinan.
Kaderi doğum ve ölüm anı ise tüm insanların, doğumu sisli bir kadere denk gelir.
Kül mevsiminde doğan her bebek gibi, gri gözlü, gri saçlı, taze yanakları solgun, elleri soğuktu dünyaya gözünü açtığında. Yaşamaz dedi köydeki ebeler. Akşama kadar başında beklediler. Ancak Sinan, küllenmiş bir kalple doğmuş olduğundan olsa gerek, ne ağladı, ne güldü, ne de öldü. Kül rengi bebek, küllenmiş umutlara inat, kendi kendine bir köşede büyüdü.

Gel görelim Sinan bir türlü benzeyemedi köyün kalan sakinlerine.

Kül mevsiminin hüküm sürdüğü günler geçip köye güneş açtığında, ılık bir esintiyle külleri topraktan ağaca, ağaçtan yaprağa, yapraktan bir kelebeğin kanadına, oradan da bir yağmur bulutuna savurup çok uzaklara uğurladığında bile Sinan’ın kül rengi ala çalamadı. Yüzüne ışık uğramadı. Kendisinden çok gölgesinin suretiyle dolaştı durdu uzun zaman. Ne anasının ılık gözyaşları, ne bacısının soğuk kış günlerinde pişirdiği sıcak çorbalar, ne bacalardan dumanını usul usul tüttüren sobalar ısıtabildi Sinan’ın soğuk tabiatını. Sinan’ın geceleri gündüzü kadar, sözleri özü kadar, rüyaları gerçeği kadar renksiz kaldı. Sinan renklerini kül mevsiminin grisine, hislerini küllenmiş alevlerin naçar cansızlığına teslim etti. Teslimiyetini ise sabrının gücüne emanet etti. Böyle yaşadı yıllar yılı. Solgun, sessiz, hissiz…

Hayat insana en beklemediği acıları en ummadığı anlarda yaşatırken, en emin limanları fırtınasıyla viran edip, en ılık geceleri zalim bir kışa döndürürken, bazen kurumuş yaprağa da can veriyor olduğundan, bazen gölü dalgalandırıp, külü alevlendiriyor olduğundan ve bunları yine beklenmedik anlarda yapma kuralını istisnasız olarak uyguluyor olduğundan olsa gerek, Sinan’ın hikâyesi de bir sonbahar günü değişiverdi derler.

Sinan’ın dirilişi, yaşarken yeniden dünyaya gelişi aşkla çarpıştığı güne rastlıyor.

Öyle bir çarpışma ki bu, toprağı ateşe, ateşi suya, suyu buhara döndüren…
Kuşların kanadına rüzgârı, çiçeğin yaprağına güneşi değdiren…
Sessiz sakin akan nehirleri çağlatan, taşlaşmış yürekleri ağlatan, en yorgun gemileri en sakin limanlara bağlatan cinsten.
Öyle bir çarpışma ki, tek bir anı unutulmaz fakat anlat desen, anlatılmaz…
Kelimeyi aciz kılar.
Sözü bitirir...

Sinan aşkın evine misafir olduğunda tam tamına otuz yaşındaydı. Otuz yıldır külleriyle yaşamaktaydı.

Hangi eşikten geçiyor olduğunu bilse insan, hangi yola girdikten sonra geri dönülemeyeceğini birileri fısıldasa kulağına, durup o anı hiç unutmaması gerektiğini, zira o anın kaderinin renginin değiştirdiğini hissedebilse, Sinan da o gece hiç uyumaz, o günün bir saniyesini bile kaçırmamak için sabaha kadar gözünü kırpmazdı.

Oysa o, o günü sanki herhangi bir günmüş gibi yaşadı.
Yine sessizliğinde yürüyerek, yine renksizliğinde büyüyerek…

Çarpışmalar beklendiği gibi ses de çıkarmıyor bazen.
Tam tersi, bütün sesler yitiyor.
Bir deniz kabuğunun içindeki uğultu kaplıyor zihinleri, insan bir şeye çarptığını belki sadece bu her şeyden soyutlanmış anlarda anlıyor.
Birisini gördüğünde sadece onun renklerinden ibaret kesiliyorsa dünya, odada sadece onun sesi varsa, etrafta koşuşan çocuklar sağır, atılan çığlıklar dilsiz olmuşsa, bakan göz sadece onun renginde kör olmuş, nefes onun nefsinde can bulmuşsa, işte o an en ihtişamlı çarpışma yaşanıyor kişinin ruhunda.

Sinan’ın da çarpışması böyle sessiz ve dilsiz, böyle sakin ve derin oldu.
Sinan işte böyle ihtişamla, böyle sessizce aşık oldu.

Aşk önce rüyalarını ele geçirdi. Kırmızı bulutlar gördü Sinan uykusunda. Kırmızı bulutlardan kırmızı karlar yağdı üstüne. Kar taneleri derisine değdikçe alev aldı. Rüyalarında Sinan kül renginden ömründe ilk kez ala çaldı…

Sonra sabahları teslim oldu aşka. Sabahlar ki Sinan için hep serindir. Ilık bir rüzgâr okşadı yüzünü, kirpiklerinden söküp çıkardı yıllardır yerleşmiş olan hüznünü. Rüzgâr alıp hüznü karanlık kuyulara kapattı. Kuyuların üzerine kırmızıya dönmüş sarmaşıklar donattı. Yapraklarında öpüşen böcekler, zarafetle uçuşan kelebekler olan kırmızı sarmaşıklar… O sarmaşıklar Sinan’ın kalbine dolandılar. Kalbine bahar geldi. Kanı ısındı, sarhoş olup damarlarına aktı. Sinan aşkın sarhoşluğunu bu vesileyle tattı.

Derken günleri ve gündüzleri uzadı aşk mevsiminde. Güneş öyle sıcak yaktı ki, taş duvarları ısındı kalbinin. Elleri yandı dokununca kendi kalelerine. Elleri yandı aşk güneşinin alevinde. Kül rengi ellerinde güller açtı. Ellerinde aşkın mayhoş kokusu, Sinan günlerini aşkın kavruk güneşinde uzattı. Uzadı, uzadı günler… Sinan o günlerin her saniyesini aşk soluyarak yaşadı.

En sonunda gecelerinde parladı aşk. Yıldız yıldız yağdı üstüne rengârenk. Her yıldız farklı bir giz, farklı bir renk... Sinan gecelerin büyüsünü hapsetti zihnine. Hiç unutmamak için resmetti gözüne. Geceler unutulacak gibi değildi zaten. Gecelerde aşkın keman sesleri, gecelerde en büyülü şiirler, gecelerde en hüzünlü türküler söze geldi. Sinan gecelerde aşkın şiddetine mağlup oldu. Mağlup olup galip geldi. Sinan o gecelerde gerçekten tekrar doğdu, yeniden ve en baştan vücuda geldi…

Aşk renk demektir.

Bazen kırmızı, tutkulu…
Bazen sarı/sıcak, şefkatli…
Bazen masmavi, derin…
Bazen yeşil, özgür…
Bazen beyaz, taptaze, saf…
Bazen siyah, hüzünlü…
Ama hep rengârenk, büyülü…

Sinan aşkın ansızın esen rüzgârında buldu renklerini.
Aşkın sırlarında keşfetti kül renginin altındaki gizlerini.
Aşkta renk buldu.
Aşkta dirildi, aşkla yazdı kaderini, aşkla can buldu.

Bir anka kuşu öttü bir sonbahar sabahı,
Sinan aşkla küllerinden yeniden doğdu.

2 yorum:

  1. Senin Kaleminin sihirleştiği sabahını anlat bana bir ara...
    Tek kelime:
    EŞSİZ...

    Ayberk

    YanıtlaSil
  2. Canım benim sagol, varol... Ama sen beni sevdiğinden çok objektif bir okur sayılmazsın. :)

    YanıtlaSil