10 Ağustos 2010 Salı

Araf

Ali dünyaya gönderildiğinde farklı güçleri vardı.

Daha doğru tanımıyla, onun güçleri elinin altındaydı.
Hepimizde olduğuna inanmak isteyeceğimiz güçler bunlar. Bir gün hayatı başka bir gözle görebilmeyi kim istemez? Kim geçmişi gelecekle öylesine kendinden emin olarak harmanlama arzusunu yüreğinde hissetmez? Hepimiz hissederiz, öyle değil mi?

Ali böyle yaşadı.
Belleğinde yer eden anı ve acıları, kalbinde hissettiği umut ve hayallerinden teselli buluyordu.
Bu umut ve hayaller onun için "bir gün şehrine gelmesini hevesle beklediği dört direkli bir yelkenli"den çok daha fazlasıydı. Ali yelkenliyi görebiliyor, bir gün hangi limana demirleyeceğini resmedebiliyordu. Tam tarihleri bilmemesi ise onun akan zaman içinde rahatça bir ileri bir geri sallanabilen ölümlülerden çok da uzaklaşmaması için bir teselliydi sanki. Başımıza gelecek olayları bilmek, ama hangi gün geleceklerini bilmemek en güzel denklem olmalı... İşte bu duyguyla her güne geleceğini bildiği yelkenlinin ümidi ile başlıyordu Ali. Ve bir gün o yelkenli yeni yolcuları, yolcularının valizinde yeni anıları ile yanaşıveriyordu hayatına. Bu hep böyle oldu Ali için...

Gel zaman git zaman Ali de ölümlülere uyuverdi.
Daha fazlasını istemek girdabına kaptırdı kendini.
Evet, geleceği görebiliyordu. Ama hayır, geleceğe şekil vermek isteğiyle başa çıkamıyordu.
Ve hatta çok cesaretini topladığı anlarda, zihnindeki "gelecek" bu hayat ile olan bağlarını vahşice kopartıp "gelecek hayatlar"ın peşinde yelelerini savurarak dört nala koşan bir vahşi at oluveriyordu.

Uzun ve uykusuz gecelerden birisinde Tanrı ile gizli bir anlaşmaya soyundu Ali.

"Ben bu dünyada olanları gördüm, görebileceklerim beni artık heyecanlandırmıyor. Sen beni zincirlerimden salarsan, bana yeni dünyaların kapılarını aralarsan sana söz veriyorum sıradan bir canlı olarak kendi belirsizliğim içinde sessizce ve herkes gibi akarak yaşacağım" dedi. "Seyahat etmek istiyorum, senin seyyahın olarak gör beni. Senin için gezeceğim. Sonra yine sana döneceğim." dedi. "Meğer bilmemek de güzelmiş." diye ekledi. "Senin labirentinde kaybolmak istiyorum, çöz beni."

Tanrı sessizce dinledi Ali'yi.
Tanrı dinler.
Her kulunu dinler.
Ve herşeyi bildiği için, herşeyi duyar.
Her cümlenin sonunu tamamlayacak olandır aslında. Ama yine de dinler kullarını. Ali'yi de sessizce dinledi.

"Bir şartla:" dedi.
"Bu hayatı terk etmeden, bu hayatın defterini kapatacaksın." "Defterindekileri dökmeden yeni bir defter açamazsın."

Ali şevkle kabul etti. O gece evinde oturduğu bordo renkli deri koltukta dört direkli yelkenlinin bu defa onu almaya geleceğini bilerek sessizce bekledi.
Kucağına en sevdiği kalemle şu notu yazdı: "Gidiyorum, mutlaka döneceğim."
Ve uzun bir uykuya daldı. Derin bir uyku...

Ali gözlerini açtığında kendini yeniden Tanrı ile karşı karşıya buldu.
"Ne kadar rahatım." diye düşündü.
"İnsan yaşarken burayı büyüsüyle başını döndürecek bir efsun bulutu olarak tahayyül ediyor." "Oysa burası evim gibi."

Tanrı düşünceleri duyar. Ali'nin düşüncelerinin susmasını bekledi.

Sonra konuştu:
"Araf'tasın. Sevapların ve günahların defterinde aynı büyüklükte görünüyorlar. Bu durumda defterin kapanamaz. Sen defterini kapatmadıkça sana yeni hayatlar bahşedemem. Önce hesaplaşmanı bitirmen gerek. Benim adaletimde Araf en büyük cezadır. Sen şimdi Araf'tasın."

Ali dehşetle sarsıldı.

Tanrı bu kez de Ali'nin dehşetinin susmasını bekledi.
"Seni sadece bir gün için geri göndereceğim. Defterini kapatmak için bir günün var. Ya bir sevap fazla, ya bir günah eksik olarak dön bana."

Devam etti:
"Araf'tan geçtiğini Araf Dağı'nın tam arkasından batan güneşin kızıl rengi müjdeleyecek sana." "Gözlerini o kızıl ateşle yakacağım." "Unutma ateş pervane için Aşk'tır. Günahkar için Ceza."

Son sözünü söyledi:
"Hangi ateşte yanacağının seçimini sana bıraktım."

Ali o gece uykusundan sessizce uyanıverdi. Hayatın nefesi Ali'nin yüzünü son bir kez, son bir gün için yalayıverdi. Kalbinin incecik tülden perdeleri bu nefesle son kez havalandı Ali'nin...

Gün ağarınca bir telaş kapladı her yanını. İnsanın sadece bir günü olsa, ve o günde bir büyük sevap kazanmak zorunluluğu, her şey ne kadar bulanık olurdu... İşte böyle bir dumanlı sabaha uyandı Ali.

Önce telefona uzandı eli. Annesini aradı. Onu ne çok sevdiğini söyledi. Hayatı ona hediye eden annesi ile uzun uzun sohbet etti.

Kardeşini arayamadı. Onun için küçük kız kardeşi her zaman bir zaaf olmuştur. Cesaretini konuşmak için toplayamadı. Ama ona elleriyle bir not yazdı.
"Sen giderken aklımda kalan tek şeysin. Gidiyorum, üzülme, mutlaka döneceğim."

Bilgisayarının başına oturdu. Tüm dostlarına tek cümlelik bir mektup yolladı. Mektubuna "Sizi çok sevdim." yazdı.

Sokağa attı kendini... Yürüyerek oradan oraya savruldu. "İnsan iyilik yapmam gerek telaşına düşünce, kendi yüreği ile arasına sentetik bir duvar örülüyormuş demek" diye düşündü. Yapmak istiyor, ama hesaplı geliyor düşünceleri. Yapamıyor...

Yeşil ışıkta karşıdan karşıya kolunda yaşlılarla geçti. Sıcakta su satan küçük çocuklarla sohbet etti. Bir sokak çocuğu ile yemek yedi. Ona hayatın ne kadar kıymetli olduğunu anlattı. Cebindeki tüm parasını çocuğa verdi. Parasını verdikten sonra kendisini daha da kötü hissetti. Çocuğun arkasından koştu. Verdiği parasının yanına bir de sevgisini ekledi. Uzun uzun sarıldı çocuğa...

Ama ne yapsa olmuyordu.
Tanrı'nın kızıl ışığını göremiyordu.

"Tabii ya!" dedi içinden. "Bir günde bunları yapıvermek bana ne kadar sakil geliyorsa O'na da o kadar cılız geliyordur."

Akşama doğru umudunu kaybetti Ali.
Araf'ta tutsak kalmıştı.
Üstelik artık yaşayacak bir ömrü de yoktu. Dönen günle birlikte onun da Araf'a dönmesi gerekecekti. Ne bu hayat ne de başka hayatlar yoktu artık onun için. O günlerini Araf'ta geçirecekti. Tanrı Araf için "en büyük ceza" demişti. Anlaşılan belirsizlik sadece canlılar için değil, ölüler için de tahammül edilmezdi...

Hüzün bastı gözlerini. Çok hüzünlendi.

Yavaş yavaş yürüyerek deniz kenarına geldi. Sessiz bir parkta, bir sessiz bir banka oturdu. Vakti daralmıştı. Çabalamaktan vazgeçti.

Düşünmeye başladı Ali. Otuzüç yıllık hayatını en başından başlayarak gözlerinin önüne getirdi. Çocukluğunu, ilk gençliğini düşündü. Hatırlayabildiği en ince ayrıntılara kadar, unutulmuş sahneleri geri getirdi zihninde. Kendini gönlünün terazisine en yalın ağırlığıyla bırakıverdi. Sevdiklerini, üzdüklerini, kazandıklarını, kaybettiklerini ve en sonunda vazgeçtiklerini düşündü. Hatıralarının sahiplerini, umutlarının pay kardeşlerini düşündü. Gönlünün dört direkli yelkenlerine doldurdu hepsini.
"Rüzgarım sizsiniz." dedi.
"Şimdi beni siz gezdireceksiniz..."

Tam o anda deniz dalgalandı. Boğaz'ın sakin sularında hırçın dalgalar...
Ufukta bir kırmızı çizgi gördü Ali.
Derken gökyüzü kızıl bir alev oldu. Gözbebeklerine kadar her yer kızıla döndü.
Ali'nin zihninideki martılar çığlık çığlığa uçmaya başladılar.
Tüm kiliselerin çanları çaldı kalbinde. Akşam karanlığında sabah ezanının ürpertici sesini duydu. Ali oldum olası en çok sabah ezanını seviyordu...

Gözlerini kapattı. Bekledi...

Tanrı "Geçtin." dedi.
"Kullarım kendiyle hesaplaşmadan yeni bir sayfa açamaz. Seni umutsuzluk kuyusundan kendi cesaretin çıkardı." "Defterini kapatıyorum. Araf Dağı'nın kızıl ateşinde Aşk'la yıkandın sen." "Seni azad ediyorum!"

Devam etti:
"Sen benden yeni bir hayat istedin. Sana istediğin hayatı bahşediyorum. Her kulum gibi sen de kaderini bilmeden yaşayacaksın. Bilinmezliğin heyecanına teslim olacaksın."

Son sözünü duydu Ali:
"Seç!"

Ali gözlerini açtı.
Bordo renkli deri koltuğunda uyandı.
Rahatladı...

Tanrı kullarının gönlünden geçeni kendilerinden önce sezer.

Bazen gönül bahçelerinde yollarını bilerek keser.

Bazen kuyular açar zihinlerine.
Bir gün, gerçekten istediklerinde, kuyularından çıkan serin suyu kanarak içsinler diye...

Önce kaybettirir, sonra buldurur.
Yeniden bulduklarında, bu defa değerini bilsinler diye...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder