23 Ağustos 2010 Pazartesi

Mutluluk

Derin sabah kalktığında mutlu olacak bir şeyler arar.


Küçüklüğünden beri böyledir bu.

Hayatın ona kendiliğinden bir mutluluk paketi uzatmama ihtimaline karşın, o kendi mutluluk sebeplerini kendi cebinde gezdirir. Her sabah uyandığında hemen bir elini cebine atar zihninin. O cepten çıkartacak bir küçük sevinç arar. Mesela günlerden Çarşamba olması sevinçtir. Ya da bir gün önce aldığı bir kitaba o gece yatmadan başlayacak olmak. Ya da sevdiği birisiyle o kitabı okumadan önce yemek yiyecek olmak. Ya da örneğin, en sevmediği sınavın o gün olması, en sevmediği şeyden o gün itibariyle kurtulacak olmak. İşte böyle küçük anlar arar...

O günlerde cepleri boş gibiydi. Mutsuzluk hakim olduğundan değil de, cebinden çıkanlardan memnun olmadığından diyelim...

Sabah uyandı.
Rutin alıştırmasını atlayarak yüzünü yıkadı.
Sakin bir cumartesi sabahı...
Köşedeki simitçiden bir simit alıp gelmek üzere ocağa çay koydu. Köşeye kadar ağır adımlarla yürüdü. Yavaş yürümeyi oldum olası sevmez aslında. Hayatı kovalamak telaşı en basit, en sıradan anlarda bile kendini nasıl ele veriyor...

Sabırlı adımlarla evine geri geldi. Anahtarını kilide yerleştirmek üzereyken kapının aralığına sıkıştırılmış bir not buldu. Notu hevessizce açtı. Şöyle yazıyordu:
"Yoktun."

Hızlıca aklından notu yazma ihtimali olanları düşündü. Annesi değil, kardeşi tatilde, arkadaşları ile akşam buluşacak, apartman görevlisi zaten olamaz...

Önemsemedi. Önemsemediği şeyleri bile unutmayı reddeden zihnine bu defa söz geçirdi. Notu dikkatle unuttu...

Akşama kadar evde oyalandı. Arkadaşları ile buluşacakları eski restorana gitmeden önce içine bir kuşku düştü Derin'in. Hızlıca kapıya koştu. Ne bulacağını bilmeden kapıyı açtı. Bir not daha:
"Yoksun"

Bu defa kızdı.

"İnsan ne kadar sürprizleri severmiş gibi görünse de, sürprizin bile kimlerden geleceğini bilmek istiyor olmalı. Ya da eğer bir sürpriz varsa ortada, en azından notta biraz ipucu olmalı." diye düşündü.
Biraz ürkerek notu bu defa zihninin çöp sepetine attı.

Bir saat daha oyalandıktan sonra kalabalığa karıştı.
Kalabalık insanı her zaman farklı derecelerle de olsa kendinden uzaklaştırıyor.
En çok da korkularından. Endişelerinden.
O gece Derin yaşadığı bu garip olayı arkadaşlarının yüksek sesli kahkahaları ve neşeli gürültüleriyle savrulan zamanların arasına kattı.

Ne var ki notlar bir kaç gün daha değişik sıklıklarla kendini hatırlattı.
Hep aynı, hep iki değişik kısa not:
Ya "Yoktun" ya "Yoksun"

En sonunda merakı korkusunun önüne geçince -ki içimizdeki korkuları ancak gözü kara bir merak sindirebilir bazen- Derin de notlara bir tuzak kurmayı planladı aklında.
O notların sahibinden daha önce davranacaktı.
Bir Perşembe sabahı kapının eşiğine bu defa kendi notunu yazdı.
"Kapıyı çal!"

Derin'in bu girişiminden sonra notlar kesildi.

"Al sana!" diye düşündü içinden.
"Şimdi ömür boyu merak et." "Her kimse bu deli, çal diyorum, kapımı da çalmıyor."

Böyle bir merak ve kabulleniş içerisinde haftalar geçti. Derin de yavaş yavaş bu garip tesadüfün izlerini zihninden sildi. İnsan ne olursa olsun, unutuyor. Unutmak istemediklerimiz gerçekten harika şeyler olmalı. "İlk"lerimiz, "en"lerimiz, "son"larımız mesela...
"Kapıya bir delinin bıraktığı üç beş notu herkes unutur" dedi içinden.

Bir Cumartesi günü daha yine bu duygularla, yine sıradan ve hevessiz bir sabaha uyandı Derin.
Kapıdaki gazetesini almak için kilidi çevirdiğinde içeriye bir not süzüldü.
"Geldim, yoktun, yoksun."

Hani insan uzun uğraşlarla üst üste dizdiği kağıttan kule bir rüzgarla yıkılıverince derin bir çaresizlik hisseder ya, işte böyle pes etti Derin de.

Kabul etti.
Notları unutmak yerine, onların cevherini bulması gerekiyordu.
Çok beklemeden, hızlı adımlarla, vazgeçmeye zaman bırakmayarak soluğu Falcı'nın yanında aldı.

Falcı sanki geleceğini biliyormuş gibi, sakin ve kendinden emin bir gülümseme ile oturuyordu karşısında.
"Ne sinir bozucu" diye düşündü. "Demek insan doğaüstü güçleri olunca böyle dalga geçiyor başkalarının telaşlarıyla."

"Kızma." dedi Falcı. "Sabırlısın, çok daha önce gelmeni bekliyordum."
Derin Falcı'ya kısa ve kestirme bir yolla notları anlattı.
"Ne kadar uzatırsam, o kadar önemsiyor görünürüm" dedi içinden.

İnsan her şartta yüzündeki anlamı gölgeleyecek, arkasında saklanacak bir kuytu arıyor. Derin de kendini bu yordamla sakladı Falcı'dan. Notlardan kısaca bahsederek, merakını kibarca gizleyerek...

Falcı uzun süre sustu. Sonra kısık sesle konuştu:

"Notları sana mutluluğun bırakıyor" dedi.

"Mutluluk seni her gün yokluyor. Eğer sana uzattığı sepeti taşıyacak gücün yoksa, susuyor, bekliyor. O zaman "yoktun" diyor sana. "Yoktun" demek, "Yine geleceğim." demek. Mutluluk eski bir dosta benzer. Öylesine kapıda beliriverir. Eğer evde değilsen, bir gün mutlaka yine gelir."

"Ama eğer sen oradaysan, ve sana uzattığı sepeti taşıyabilecek, koluna takıp içindeki meyvelerden yiyebilecek gücün varsa ve sen yine de ona kapıyı açmıyorsan o vakit sana "Yoksun" diyor. Yani "Hiçsin" yani "Yaşamıyorsun, eksiksin." Bu başka, anladın mı?" dedi.

"Kapıyı çal deme boşuna. Ona kapıyı sen açacaksın. Mutluluğu her sabah kapına bırakılan bir yarım ekmek, bir gazete gibi gör. O hep oradadır, onu içeriye sen alacaksın."

Derin duyduklarından sıkılmıştı.

Bu kadar tesadüf, bu gerçek üstü hikayeler, hayatın mucizelerinin bir bir ve kol kola girerek en sonunda kapısına dayanacak kadar somut hale gelmeleri canını sıkmıştı...

"Normal şeyler olsa..." diye geçirdi içinden.

Normal şeylere razı olabilmek.
Hayatı cebimizden çıkanlarla yetinerek geçirebilmek.
Derin eve bunları düşünerek gitti...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder