13 Ağustos 2010 Cuma

Vedalar

Bir filmin en güzel, en duygusal konuşmalarının geçtiği, müziğinin en şiddetle duyulduğu, yürekleri ya umut ya da acı ile son bir kez burktuğu sahnesi her zaman veda sahnesidir.

Dikkatle düşünürseniz en sıradan filmlerin bile sonunu öyle ya da böyle hatırladığınızı fark edersiniz. Sadece sonunu asla unutamadığınız filmleri bütünüyle zihninize hapsedersiniz...

"Gone With The Wind"de Scarlett O'hara'nın "Her yeni gün bir umuttur!" sözünü söyleyebilmek için her şeyini kaybetmesi gerektiğini fark ettiği son sahnesi,

"Selvi Boylum Al Yazmalım"ın sevmenin emek vermek olduğu hayat dersini zihinlere en acıklı şekilde nakşettiği son sahnesi,

"The Legends Of The Fall"da vahşi Tristan'ın vahşi bir ayı ile boğuşarak vahşice ölmeyi seçtiği son sahnesi,

"Love Story"deki Oliver'ın sevdiği kadını ölüme emanet ettikten hemen sonra en güzel anlarını yaşadıkları buz pateni pistinin kenarında sessizce oturduğu son sahnesi,

"Dr. Zhivago"da Yuri'nin Lara'yı son kez uzaktan gördüğü, ancak arkasından koşmaya kalbinin dayanamadığı kalpleri paramparça eden son sahnesi,

Martin Scorsese'nin tek dönem filmi olan "The Age Of Innocence"da Newland Archer'ın sevdiği kadının kendisinden kaçmak için yerleştiği Paris'te yaşadığı evin önüne seneler sonra bir sonbahar günü giderek, sadece pencelerindeki sarı ışığa bakmakla yetindiği, arkasını dönerek sessizce uzaklaştığı en gürültülü veda sahnesi,

ve daha niceleri...

Kim hiç veda etmeden yaşamıştır?
Kimse.

Çocukluğunuza veda edersiniz ilk önce,
Sonra çok sevdiğiniz ilkokul öğretmeninize,
İlk aşkınıza,
İlkleri yaşadığınız ilk evinize,
Belki bir gün başka bir şehre gitmeyi tercih ederek, ailenize,
Sevgilinize,
Zamanın elinizden aldığı sevdiklerinize..

En usta yönetmenler elleriyle yakaladıkları kitleleri omuzlarından sarsıp sallayacak kadar vurucu veda sahneleri hazırlıyorlar. Gören unutamasın diye... Unutulmamak kişinin kendisine vereceği en büyük tatmin olmalı.

Peki biz?

Kendi hayatımızın, kendi uzun metrajlı filmimizin yönetmeni olan biz, biz vedalarımızı sakınıp saklıyor muyuz kendi hışmımızdan?

En dik anlarımızda dost dediğimiz kişilerden kapıları vurup uzaklaşıyoruz.
O anlarda en sıradan kelimeleri en özensiz bileşimlerle yan yana sıralıyıveriyoruz.
İşleri zorlaştırmamak için içleri çirkinleştiriyoruz.
Susmak şimdilerde en erdemli veda yolu. Susmak, keskin ve kupkuru...
En sevdiğimiz kişileri "aramayarak" veda ediyoruz genellikle.
Aramamak sessiz bir saygı göstergesi...
Vedayı ne kadar görmezden gelirsek, o kadar pasifize ederiz çabası...
Bir bakmışsınız filminizin son sahnesinde salon boş,
Sizin filminiz kapkaranlık bir salonda yalnız kalmış!

İnsan neden kaçar:
Korktuğundan.

İnsan neden korkar:
En temel ve en içgüdüsel cevabıyla ölmekten.

Ölüm yaşamaya dayanabilmek için Tanrı tarafından her canlının içine istisnasız olarak damgalanmış bir korku yanılsaması.

Kimisi yaşarken ölmekten korkar, kimisi ölü olarak yaşamaktan.
Bu sebeple çok sevmek, çok kaybetmek riski taşıdığından göze alınmaz bir kumar olarak nitelenmiştir.
Bu sebeple kalpler kalkanlarla, duvarlarla çevrilmiştir.
Hep tek bir sebepten: bir gün veda etmeyi istememekten...

Ve en istemediğimiz şey en beklemediğimiz anda karşımıza geldiğinde olabildiğimiz en hazırlıksız şekilde heba ederiz o anları.
İşte, susarız, kestirip atarız, ya da öfkelenmişsek vurur kapıyı çıkarız.
Oysa tam o anda arkada müzikler çalıyor, kamera en mükemmel açısı ile üzerimizde, filmin afişi o sahneden yapılacak, tarih sizi o an ile yazacak. Tüm bunlardan kaçarız...

Sevdiğim bir yazar şöyle söylemiş:

"Vedalar canını sıkmasın.
Yine buluşabilmek için bir hoşçakal gereklidir.
Dostlar için anlar,
ya da ömürler sonra yine buluşmak,
kaçınılmazdır."

Bu yazı, mutlaka yeniden buluşacağım, kalbimin sevgi ressamları olan tüm dostlarıma...

Peki, ya yeniden buluşamayacaklarım...
Zamanı veda sahnelerine geri saramıyorum.
Ama sizlerin anısına şimdi zihnimde Bach'tan "Adagio"yu çalıyorum.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder