18 Ağustos 2010 Çarşamba

DKT sonuçları açıklandı.

Ben de bu blog yordamıyla bir sınav sistemi uydurdum. Zevkli de oldu.
Adını DKT koydum içimden. "Derindeki Kısa Testler"
Bir de regülatör belirledim. O da DÖK. "Derindekileri Öğrenme Kurumu"

DKT'de geçen hafta herkesin eline bir sihirli değnek verdim.
Kendim de oy verdim.
Sonuç %63'lük bir çoğunlukla "Endişelerimizden sıyrılarak öncelikle kendimizi değiştirmek istediğimiz" gerçeği olarak belirlendi.
Katılımcıların şöyle düşündüğünü düşünüyorum:
"Kendimi değiştirebilsem, zaten gerisi kolay!"
Sonuçlar DÖK'e gitti. DÖK de sonuçlarımıza kafa sallamak suretiyle onay verdi.

"Peki insan kendisini değiştirmesinin iyi bir sonuca gideceğini bildiği, hissettiği halde neden bunu yapmak için sihirli bir değnek ister? Ve bunu yapamayacağını gözü kestiğinde neden hep karşısındakinden değişmesini bekler?" sorularını test konusu yapmadım. Onun yerine bu hafta DKT'de korkuları sorguladım.

Sonuçlar şaşırtıcı oldu.
Ölümden korkan yok!
Parasızlıktan da göreceli olarak daha az korkuyoruz.
Korkumuz umutsuzluk ve yalnızlık.

Birinci hafta gelen sonuçlar bize kendimizi değiştirmek istediğimizi ancak bundan endişe ettiğimizi söyledi. İkinci hafta ise içten içe bir umutsuzluk taşıdığımızı, yalnız olmaktan her şeyden çok korktuğumuzu gördük.

Bu bizi aşağıdaki sonuca götürür mü?

"Evet mutlu olmak için değişmeliyim, ama buna gücüm yok. Böyle giderse de yalnız kalacağımı düşünüyorum ve geleceğe dönük umutlarımı kaybediyorum. Ve bunların hepsinden ölmekten bile çok korkuyorum."

Ben şimdi buna başka bir açıdan bakmaya çalışacağım:
Psikolojideki "yansıtma" gerçeği ile...

Bir annenin çocuğuna "Rüzgar çıktı, üşüyeceksin." demesi şuna denk gelirmiş:
"Rüzgar çıktı ben üşüyorum, sen de üşüyeceksin şimdi."

Kişi kendisi ile ilişkilendirmediği hiç bir şeyi başkalarına atfetmezmiş.
Karşımızdakine "sen böylesin" derken saklamak istediğimiz şey genellikle bizim de tam olarak kendimizi "öyle" hissettiğimiz gerçeğiymiş.

Reytingi yüksek bir örnekle incelemek gerekirse, kalp kırmak üzere olan bir adamın, kalbi kırılmak üzere olan kadına:

"Sen çok duygusalsın, çok hassassın, ben senin gibi değilim, seni kırmaktan korkuyorum."

söylemi ile,

"Ben de fena halde duygusalım aslında, seni biraz sonra kıracağım. Böylelikle kırılmaktan kurtulmuş olacağım."

diyor olduğu gerçeğinin bilinçsizce ifade ediliş şekli imiş "yansıtma".

Diğer bir deyişle, kendimizi açık etme durumu, korkularımızı, zaaflarımızı ele verme riski ve eğer ifşa olursak o durumu değiştirmek yükünü sırtlamak zorunda kalacağımız endişesi bizi olayın ibresini genellikle tam karşımızdakine çevirme eğilimine sürüklermiş.

Bunlar bir stratejik düşünce silsilesi içerisinde planlanarak falan da yapılmıyor. Eğer öyle olsa buna "yansıtma" yerine "kötülük" denirdi. Tamamen bilinçsizce takınıyoruz bu tutumları. Bilinç altımızın bize hükmettiği gerçeğini kabul edelim mi artık?..

Bu sebeple düğümleri çözerken bizi en az düşündürecek, sırtımıza en hafif yükü yükleyecek şekilde pozisyon alıyoruz. Ve eğer başımız sıkışırsa genellikle "Ben değil, sen!" diyoruz.

Güç içeride nasıl hissettiğimizden çok, dışarıdan nasıl algılandığımız ile doğru orantıda. İçimizden zaten uzak dolaşıyoruz. Oysa toplum içindeki duruşumuz, kurallara uyuşumuz, kalıplara sığışımıza bir o kadar merak duyuyoruz. Bu yüzden zor taraflarımızdan ustalıkla kaçıyoruz, bu yüzden her şey normalmişçesine en saçma durumları bile doğal karşılıyoruz. Bu yüzden en kötü ihtimalle suçu başkasına atıyoruz...

Savunma mekanizmalarımız bizi gün ışığında başını güneşe çeviren ayçiçekleri gibi dik tutuyor. Ancak güneş gidince biz de onlar gibi başımızı önümüze eğiyoruz. Aşağıda gördüğümüz manzara kendi ayaklarımız ve karmakarışık olmuş toprağımız. O noktada koskoca bir tarla içerisinde tek başına kalıyor bizim ayçiçeğimiz. Ve işte o kısa anlardaki yalnızlık duygusuna bile katlanamıyor yüreğimiz. DKT'nin söylediği, DÖK'ün de bu defa kafa sallayarak değil, altına imzasını atarak onayladığı en büyük korkumuz "yalnızlık" yanına "umutsuzluk" arkadaşını da alarak zihnimize bir Tanrı misafiri olarak geliveriyor o anlarda... Bir masanın etrafına dizilip şapkamızı önümüze koyuyoruz hep birlikte. "Değişmek lazım" diyoruz. Ta ki gönül penceremizden içeri günün ilk ışıkları süzülene kadar. İnsan böyle umut doludur işte. Azıcık normale dönme eğiliminde olunca hayatımız, mutsuzluklarla bir daha hiç yüzleşmeyecekmişiz gibi bir iyimserliğe kapılırız. Tasaları kutularına kilitler en üst raflara kaldırırız. İşte biz de böyle yapıyoruz. "Değişmek lazım"lar için DKT'deki gibi bir sihirli değnek bekliyoruz... O sihirli değnek gelene kadar da çok sıkışırsa başımız, suçu başkalarına atıyoruz. Ya da hayata. Ya da şanssızlığımıza mesela...

Tüm bu kelamları edecek istatistiki verilere sahip olabileceğim büyüklükte bir denek grubum yoktu benim.

Ama katılımcılarımın hepsini tahmin edebilecek kadar küçük bir blog yönetiyorum.
Bu da beni fikrine güvendiğim kişilerin iç seslerine sahip olduğum gerçeğine götürüyor.

Dolayısıyla sonuçlara da güveniyorum.

Zaten DÖK de onaylıyor. :)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder