4 Ağustos 2010 Çarşamba

Dur! Eller havaya; Özgürsün...

Hakan 32 yaşında.
İyi bir ailenin, iyi bir muhitin, iyi imkanların çocuğu.
Güçlü düşünceleri, güçlü hisleri, güçlü bir bedeni var.

Hayatının her aşamasında kabul görür. Sevilmemek nedir sorsanız tarif edemez. Evde tek başına oturup arayacak kimse bulamadığı gün azdır. Kimse olmazsa eski kız arkadaşlarını arar sıkıldığında. İyi bir insan olduğu, hayatındaki kadınları her zaman insan yerine koyarak uzak tuttuğu için, onun bu davetleri ekseriyetle reddedilmez. Anlık sıkıntılarını da en kötü ihtimalle böyle geçiriverir Hakan.

Hayatının istifli bir dağınıklığı vardır. Kurallarla çerçevelenmiş bir düzensizlik. Evine giren insanlarla, aklına düşen kadınlarla ama en önemlisi doğduğu günden bu yana kendi aklıyla üzerinde anlaşılmış kurallar...

Hakan çok sevmez. Sevgi başka dünyalara, başka hayatlara saklanan bir hazine gibidir, ziyan edilmez. Bu kural öylesi bir dürüstlük ve derinlikle paylaşılır ki, duyan isyan edemez. Neredeyse teşekkür edersiniz Hakan'a. Neredeyse ne kadar az tutku yaşatırsa size, takip eden hayatta o kadar çok kesişecekmişsiniz gibi hissedersiniz. İşte böyle bir karmaşada Hakan'ı çok seversiniz...

Bununla birlikte bir görev gibi herkesi aynı anda, kendisini aynı anda paralel mekanlarda mutlu etmek için koşar, yorulur. Haksızlık yapana da, haksızlığa uğrayana da yer vardır kalbinde. Kimseyi yargılamaz. Yargılamak bir gün yargılanmak hakkını doğuracağından, sonsuz anlayış görür çevresindekiler ondan. En büyük eşitsizliğin mutlak eşitlik olduğu gerçeğini bin kere söyleseniz, anlamaz Hakan...

Hakan eğlenir. Çok da güzel eğlendirir. Her şeyi konuşur, her yola çıkarsınız onunla. Parasının hesabını bilir, dostlukta hesap tutmaz. Keyif kimi zaman içmek dans etmektir, kimi zaman iki karşılıklı koltukta felsefe yapmak. Çağırırsanız yarım saat sürmez gelmesi. Bununla birlikte ne yaparsanız yapın, ancak onun inisiyatifindedir olduğu yerden estiği anda kalkıp gitmesi.

Buraya kadar Hakan mutlu...

Ama dün benim evimde farklıydı.

Kaçıncı kez benzerini dinlediğimi bilmediğim, başrolü hep kendisi, yardımcı kadın oyuncuları her zaman bir başkası olan hikayelerinden birisini anlatırken bana, hikayenin tam orta yerinde duruverdi aniden.
İkimiz de sessizlikte aynı şeyi düşündük.
Sonra ben başladım, o sustu.
Hakan'ı anlattım ona başkasını anlatır gibi.
Hakan'ın değişmemekle ilgili prensiplerini, prensipleri ile ilgili yanılsamalarını, yanılsamalarının "bunlar benim vazgeçilmezim" dediği değerlere yansımalarını, vazgeçilmezlerinin gün be gün azaldığını, hayatının hep aynı düzensiz rutin içinde kısıtlandığını anlattım.

Gözlerinde bir çocuğun kanepeyi boya kalemleriyle kirlettiği andaki suçluluk duygusu ile kendi hayatının renklerini başkalarının resimlerine nasıl bulaştırdığını anlattı.
"Ama özgür ruhluyum ben" dedi. "Değişemem. Çok zor. Zaman alır. Sabredemem."

Düşündüm...

Erkek ya da kadın, kişilerin kendi kendilerini "özgürlük" dedikleri şeyin altına yine kendilerinden yabancılaşmak pahasına nasıl tutsak ettiklerini düşündüm.

Tutsak olmak edilgendir oysa. Bir gün birisi sizi ellerinizden bağlar. Bir odaya koyar. Sevdikleriniz dışarıda, siz içeride, belki işlediğiniz belki işlemediğiniz bir suçun belkisi olmayan cezasını çekersiniz. Kapı kilitlidir. Kilidin açılacağı zaman bir başkasının kontrolündedir.  Dışarı çıktığınızda sizi kimlerin beklediğini bilmezsiniz. Tam da böyle zamanlar için biriktirmiş olduğunuz sabır sözleri dışında bir söz söyleyemezsiniz. Tutsaklık kötüdür. Yaşayana verilecek en kötü ceza.

Oysa bu "özgürlüğüne tutsak olma" durumunda etken olan tamamen kişinin kendi zihni değil mi?

"Özgürüm o halde her şeyi, ya da herhangi bir şeyi, her hangi bir zamanda, sadece benim seçeceğim mekanlarda, sonuçlarına sadece benim katlanacağımı bilerek -ne de olsa yalnızım ben- bir mermi hızı, bir ok kararlılığı, bir bıçak keskinliği ile yaparım."

Oysa özgürlük bazen aynı şeyi yaparak mutlu olduğun gerçeğinden kaçmayacak cesareti şevkle beslemek, büyütmektir.

Özgürlük kim olduğumuz gerçeği ile yüzleşebilmektir. Kimliğimizin gereksinimlerine alan açabilmektir.

Özgürce risk alabilmektir.

Özgürce sevebilmektir.

Özgürce değişebilmektir.

Özgürce özgürlük tanıyabilmek, özgürlüğü sadece kendi ehliyetimizde sanmaktan vazgeçebilmektir.

Özgürlük öyle ya da böyle ama mutlaka kalple, sevgiyle seçim yapabilmektir.

Seçimleri salt içgüdüler ile yapmaya özgürlük değil, belki toyluk ya da çok iyi ihtimalle "gençlik" denir...

Düşündüm. Düşündüm. Düşündüm...
Asrın hastalığı bu.
Üzüldüm.

1 yorum: